İslam'da işçi hakları ve işçi - işveren münasebetleri konularında bilgi verir misiniz?
Değerli kardeşimiz,
- Doğru İslamiyeti ve İslamiyete uygun doğruluğu tam anlatamadığımız ve yaşamadığımız için, bazı güzelliklerin kaynağını başka yerlerde arama hatasına düşebiliriz. Bütün güzelliklerin, hak ve adaletin en mükemmeli İslamiyet'tedir. Bu nedenle demokrasi adına yapılan bazı hataları ya da Müslümanlarda görülen eksiklikleri ve kusurları, İslamiyet'in malı gibi göstermek yanlıştır.
- Bir Müslüman'ın her sıfatı Müslim olması gerekmediği gibi, bir hatalı anlayışın her sıfatının ve fikrinin de hatalı olacağı anlamına gelmez ve gelmemelidir. Bu açıdan ateist bile olsa, düşünce yapısında bazı güzellikler olabilir. Ancak bu güzellikleri hak ve hakikate dayandırmadıkları için, o güzellikler de yanlış yerde kullanılmaktadır. Bu açıdan dikkatli olmak ve bu tuzaklara düşmemek gerekir. Çünkü çöplükte gördüğünüz bir güzellik için çöplüğü savunmanın bir anlamı yoktur.
- Bazı konulara kısaca açıklık getirmek gerekir:
İslam’da İşçi Hakları ve İşçi-İşveren Münasebetleri
1. HAK MEFHUMU VE İSLAM'DA HAKLAR
a) İslam ve Hak Anlayışı
İslam; sulh, selâmet ve huzur bulma, Allah ve Rasûlü'nün bildirdiklerine tâbi ve teslim olma, sâlim ve emin bir yola girerek selâmete yürüme, herkese hatta her şeye güven vaad etme ve hiç kimseye hiçbir şekilde rahatsızlık vermeme manalarına gelir.
Esasları Allah'ın mesajlarına dayanan ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tebliğ ve temsil edilip yaşanan ve yaşatılan İslam semavî bir dindir.. ve bu dini inanarak hayatına hayat kılan da mümin ve Müslimdir. Onun özünde iman, iz'an ve teslim; zâhirinde de itaat, inkıyat ve sâlih amel vardır. Selef, bu dini, “insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası” şeklinde tarif etmişlerdir ki, işte böyle dinamik bir sistem hayata hayat kılınıp temsil edildiği ölçüde onun dünyevî-uhrevî semerelerinden söz edilebilir.
Çok geniş kullanım alanı olan “hak” kelimesi ise, doğru, gerçek ve adalet manalarına gelmekle beraber, insanın bir şey üzerindeki mâlikiyetini ve iktidarını da ifade etmektedir. Bâtılın zıddına hak dendiği gibi, ferdî plânda herkesin nasip ve hissesine de hak adı verilmektedir. Mevzumuza esas teşkil eden yanı itibarıyla da hak, meşrû nizam tarafından şahıslara tanınan menfaatleri celb etme ve helal dairede nimetlerden faydalanma salâhiyeti ve maddî-manevî ihtiyaçları ve zaruretleri karşılayıp giderme yetkisidir.
Bu haklar, zâhiren fertlere veya tüzel kişilere aittir; ama aslında bütün hukukun hakiki sahibi Cenâb-ı Hakk'tır. Ne var ki O, bu hakları, bir kısım yetkili makamlar vasıtasıyla bazı kimselere menfaat, bazılarına salâhiyet, bazılarına da o menfaatlerden yararlanma ve o salâhiyeti kullanma hakkı olarak bahşetmiştir. Kulluk vazifelerini ve âmme hukukunu da ihtiva eden “Allah hakları”; mülkiyeti, tasarrufu, nemalandırılması, menfaatleri fertlere ait olan “insan hakları” ve menfaat, fayda, çıkar, tasarruf bakımından hem ferdi hem de toplumu ilgilendiren “müşterek haklar” dediğimiz şeyler ise, bu hakların hükümleri itibarıyladır ve fıkıh âlimleri arasında ıstılah olarak kullanılan birer tabirdir.
İslam dinine göre; insanlar hür doğmuşlardır. Hak ve kıymet açısından hepsi birbirine eşittir. Düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti, vicdan hürriyeti vazgeçilmez haklardandır ve yine Müslümanlığa göre; ırk, cins, renk, dil, din ayrımı yapılmaksızın herkes aynı hak ve aynı imkânlara sahiptir. Ayrıca, bu haklar, insanın ruh ve beden gibi iki ayrı yanıyla alâkalı büyük-küçük her türlü hukukunu ve bugün oluşmuş bulunan, yarınlarda da oluşacak olan her çeşit haklarını içine alır.
Kur'ân-ı Kerim, kendine mahsus üslûbuyla "insan hakları" diyeceğimiz konuların hemen hepsine temas etmiş, bunların korunmasıyla alâkalı ciddi tahşidatta bulunmuş ve hakların durumuna göre hususî müeyyideler vaz' etmiştir; Allah Rasûlü de, uygulamalarıyla her şeyi açık ve net olarak ortaya koymuş ve bunların aynı zamanda birer Allah hakkı olduğunu ihtar ederek, bunlara mutlaka riâyet edilmesi lâzım geldiğini ısrarla vurgulamıştır.
Evet, İslamî terminolojide bütün haklar, temelde Allah'ın iradesinden gelen ve O'nun tarafından insanoğluna emanet edilen birer ihsandır. Armağan türünden bu emanetler, daha insanın ilk yaratılışıyla ona bahşedilmiş, alınıp satılmaz, azaltılıp çoğaltılmaz, tebdil edilmez, bir mal karşılığı bedel olarak ödenmez, tayin ve takdiri hâkim güçlerin belirlemesine bırakılmaz ve katiyen emtia (ticari mal) muamelesi görmez/göremez bir hususiyeti haizdir. Bunun en sağlam teminatı da toplumu teşkil eden fertlerin ve hususiyle bugüne kadar onlar arasındaki muteber ve karakterli yetkililerin, bu hususu içlerine sindirerek tabiatlarının bir yanı hâline getirip canları gibi aziz bilmeleri ve koruyup kollama cehtleridir.
b) Allah Rasûlü'nün İnsan Hakları Konusundaki Hassasiyeti
Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) hicretle Medine'yi şereflendirdiğinde, değişik inanç, çeşitli düşünce ve farklı etnik guruplarla yaptığı sözleşmeye (Medine Vesikası) milimi milimine riâyet edilmiş; dini, ırkı, sosyal seviyesi ne olursa olsun, fevkalâde bir hassasiyetle herkesin hukuku gözetilmiş ve uzak-yakın çevreye göre “Medine-i Münevvere” bir “dârü'l-emân” hâlini almıştı.
Aslında, ne bildiğimiz sözleşme yalnızca Medine Sözleşmesi'nden ibaretti, ne de olup bitenler sadece üç-beş örneğe münhasırdı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), hayat-ı seniyyeleri boyunca, sürekli insan hakları üzerinde durmuş; bunların büyüğünün önemini ihtar etmiş, küçüğünün de hakir görülmemesini hatırlatmıştı; O “Küçük, küçük görüldüğü sürece küçük değildir.” diyor, büyüklerin çiğnenmesini de Allah mehafet ve mehabetinin serhatleriyle engellemeye çalışıyordu.
Rabbine yürümeden az önce, menâsik-i hac esnasında, on binleri aşan ruhanîleşmiş mübarek bir topluma, veda edalı hutbeleriyle o güne kadar kendinden şerefsudûr olmuş bütün hususları son bir kere daha, dinleyenlerin şahsında kıyamete kadar gelecek ümmetine özetliyordu ki, aslında bu nuranî beyanların her biri başlı başına insan hakları adına önemli birer belge mahiyetindeydi.
Söz Sultanı o gün Allah haklarından aile hukukuna kadar her konuya temas etmiş ve âdeta risaletinin özünü, usâresini ortaya koymuştu. En büyük hak Allah hakkıydı; O da bununla başlıyor, sonra da derecesine göre hemen her hakka temas ediyor; hiç olmazsa bir îma, bir işaretle her hususu seslendirmeye çalışıyordu. İlk sözü: “Allah'tan korkun, O'na karşı gelmekten sakının!” oluyordu ve arkasından da O'na itaat etmelerini tavsiye ediyordu.
Aslında, Allah'a iman, O'na itaat ve saygıda bulunmak bütün insanî haklara da saygılı olmanın bir teminatı ve müeyyidesiydi. Aksine, bu esaslar kabul edilmediği takdirde diğer haklara karşı saygılı olmak da oldukça zor, hatta imkânsızdı.
Sonra dönüp bütün samimiyet ve içtenliğiyle, eşlerin birbirlerine karşı vazife ve sorumluluklarını hatırlatıyor; kadınların birer emanet oldukları üzerinde ısrarla duruyor; toplumun bir rükn-ü rekîni olan aile ahengiyle alâkalı esasları Allah korkusuna bağlayarak bir kere daha ihtar ediyor ve yerleşik bütün cahiliye teâmüllerini ayakları altına alıyordu.
Malın, canın, aklın, dinin ve neslin korunması etrafında son sözlerini söylüyor; bu hususlarda tahşidat üstüne tahşidatta bulunuyordu. Vâkıa, söylenenlerin bir kısmı daha önce de söylenmiş olmaları itibarıyla bilinen şeylerdi; ama sunma tarzı, sunulan yer ve sunmadaki veda üslûbu konulara ayrı bir renk, ayrı bir desen, ayrı bir şive kazandırıyor ve gönüllerde o güne kadar duyulduğundan çok farklı bir mehafet ve ürperti hâsıl ediyordu.
“İnsanlar! Rabbiniz birdir, hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktandır.”
sözleriyle sesini yükselttiğinde, çağımızın da problemi olan bir vebaya dikkatlerimizi çekiyor ve kadrini bilen basiret insanlarına da bu problemi çözmek için bir altın anahtar sunuyordu.
Çağdaş dünyanın büyük bir bölümü, insan haklarıyla alâkalı bir kısım konularda hâlâ emekleyedursun, İslam, asırlarca evvel, suç ve ceza mevzuunda kanunîlik ilkesini vaz'ediyor; kesinleşmiş bir suç olmadığı takdirde kimsenin suçlu sayılamayacağını, maznunun da diğer insanlar gibi bir kısım haklarının bulunduğunu ve bunların katiyen onun elinden alınamayacağını; ihtimallere binaen insanların cezalandırılamayacağını; kimseye işkence edilemeyeceğini; her hakkın muhterem olduğunu; insan haklarıyla alâkalı hiçbir şeyin küçümsenemeyeceğini; kuvvetin hakkın emrine tâbi olması lazım geldiğini ve hiçbir zaman hakkın kuvvete feda edilemeyeceğini kemal-i ciddiyetle hatırlatıyor, herkesi hakka saygılı olmaya çağırıyor, her zaman hakkın hâmîsi olduğunu bir kere daha gösteriyordu.
İşte, Allah Rasûlü'nün hassasiyetle üzerinde durduğu bütün bu hususların yanısıra, İslam, işçilere de bazı haklar tanıyor ve işçi-işveren münasebetlerini âdilâne düzenleyecek bazı kurallar vaz' ediyordu.
2. İSLAM'DA İŞÇİ HAKLARI
Bir hukuk terimi olarak işçi; başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen ve belli bir bedele mukabil, meşrû olan o işi yapmak üzere emeğini kiraya veren kişi anlamına gelmektedir.
a) Kur'an'da İş ve İşçi
Ücret karşılığı işçi çalıştırmanın ya da işçi olarak çalışmanın meşrûluğu Kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i sahiha'da, bazen İslam'dan önceki semavî dinlerin ücretle çalışma ve çalıştırma uygulamalarından misaller verilerek, bazen de doğrudan hükümler serdedilerek bu husus üzerinde durulmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'de, Hazreti Musa'nın, kendisine peygamberlik verilmeden önce Mısır'dan ayrılarak Medyen yöresine gittiği, orada davarlarını suvarmaya çalışan iki kızkardeş gördüğü, onlara yardım ettiği ve kızlardan birinin
“Babacığım! Bunu işçi olarak tut! Zira senin çalıştıracağın en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.” (Kasas, 28/27)
diyerek, babasından Musa aleyhisselamı işçi olarak almasını istediği hikaye edilir. Bunun üzerine, Hazreti Musa, bu iki kardeşin babaları olan -muhtemelen- Hazreti Şuayb'ın (aleyhisselam) yanında on sene çalışır; aslında bu kutlu peygamber, o ailenin koyunlarını güderken aynı zamanda bir nebinin rahle-i tedrisinde nübüvvet mesleğinin sırlarını da öğrenir. Diğer taraftan, Musa aleyhisselamın işe alınmasını isteyen ve daha sonra da bu nebiye eş olmakla şereflenen firasetli kızcağızın vurguda bulunduğu iki vasıf bir işçide aranan şartlar adına çok önemli olsa gerektir: Bunların birincisi, o işi yapabilecek güç ve kuvvet; diğeri de, güvenilir ve emin bir insan olmaktır.
Musa aleyhisselam ile Hızır'ın yolculuğu anlatılırken de ücret karşılığı iş yapmaya bir işarette bulunulur. Onların yolları bir köye uğrar; bu sırada Hızır (aleyhisselam) orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar görür ve onu düzeltiverir, ama buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Bunun üzerine, Hazreti Musa, “İsteseydin, elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin.” der. (Kehf, 18/77)
İslam âlimleri, bu ve benzeri âyetleri, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşrû olduğunu gösteren misaller olarak zikredegelmişlerdir. Ayrıca,
“Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını ve ücretlerini eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin!” (A'râf, 7/85);
“Sonra boşadığınız eşlerle ilginiz kesilince sizin hesabınıza çocuklarınızı emzirirlerse, ücretlerini verin! Aranızda ücret işini meşrû çerçevede, örfe uygun olarak güzellikle görüşüp sonuçlandırın. Eğer annesinin çocuğu emzirmemesi sebebiyle sıkıntıya düşerseniz, bu takdirde baba, ücret vererek bir başka emziren kadın bulacaktır.” (Talâk, 65/6)
gibi, ilahî beyanlarla ücret hususunda da bazı hükümler konmuştur. Bu arada, mealini verdiğim bu âyet-i kerimede, konumuz olmadığı için üzerinde durmayacağım, ama zikretmeden de geçemeyeceğim önemli bir hususa da işaret etmek istiyorum:
Çocuğun beslenmesi, bakımı ve görümü öncelikle babanın vazifesi olduğu için, boşanma durumunda anneye emzirme ücreti vermesi gerektiğinin belirtilmesi, insan hakları (özellikle de kadın hakları) ile ilgili bilhassa üzerinde düşünülmesi icap eden İslamî bir inceliktir.
Başka bir âyet-i kerimede ise, Cenâb-ı Hak, bütün kullarını hem bu dünya hem de ahiret için çalışmaya davet etmekte ve
“İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.” (Necm, 53/39)
diyerek, insanın ancak çalıştığının karşılığını alacağını anlatmaktadır.
b) Rasûl-ü Ekrem'in Beyanlarında Çalışma ve İşçi
Öte yandan, İslam'da Yüce Yaratıcı'ya karşı vazifelerini de yerine getiren bir insanın çalışması ibadet kabul edilmiştir. Dolayısıyla, işçinin emeği kutsaldır, değerlidir. Nitekim, Peygamber Efendimiz,
“Hiç kimse kendi elinin emeğinden daha temiz bir kazanç elde edemez.” (İbn Mâce, Ticârât, 1)
buyurmuş ve bu konuda Allah'ın elçisi olmasına rağmen kendi alın teriyle geçimini sağlayan Hazreti Davud'u hüsn-ü misal göstermiştir. Dahası, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, çocuklarının rızkını sağlamak veya anne ve babasının ihtiyaçlarını karşılamak ya da kendi ekmeğini kazanmak için evinden çıkan bir insanın, evine döneceği ana kadar Allah yolunda olduğunu söylemiştir. Ayrıca, kimseye muhtaç olmamak ve anne-babasını, çoluk-çocuğunu da başkalarına el açtırmamak için işe giden bir insanın her adımda ibadet sevabı alacağını müjdelemiştir.
Bir gün, Allah Rasûlü, sahabe efendilerimizden Hazreti Muaz ile musafaha edince buyurur ki: “Muaz, ellerin nasırlaşmış!” O cevap verir: “Evet, ya Rasûlallah, kazma elimde toprakla meşgul oluyor ve bu sayede çoluk çocuğumun nafakasını kazanıyorum.” Fahr-i Kâinat Efendimiz, -edep ve haysiyetiyle çalışan bütün işçilerin alnını öpercesine- Hazreti Muaz'ı öpüp buyurur ki: “Bu eli Cehennem yakmaz.”
Bir başka gün de, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'de ashabı ile birlikte otururken genç yaşta dilenen bir fakir çıkagelir. Fakir, kendisinin ve âilesinin aç olduğunu söyler ve yardım ister. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından genç adamın evine gönderilen Hazreti Ali, adamın evinde çocuklar üzerine örtülmüş bir kilim ve bir tencereden başka bir şey olmadığını görür. Bunun üzerine, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali'ye o kilim ve tencereyi pazarda satarak parasıyla ip almasını emreder. Hazreti Ali söyleneni yapar. Peygamber Efendimiz ipi fakir adama uzatarak, “Bunu al, dağlara git, odun toplayıp satarak para kazanmaya çalış. Kırk gün evine hiç uğrama. Bu süre zarfında evin bütün ihtiyaçlarını biz göreceğiz!” buyurur. Adam kırk gün sonra kazandığı paralarla Rasûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir. Allah Rasûlü, ona Medine'de bir ticârethâne açtırır ve adam böylece geçimini sağlamaya başlar. Bu hadise üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“... Sizden birinizin urganını omuzuna alarak dağdan odun toplaması, sonra da onu sırtlanarak pazara götürüp satmak suretiyle geçinmesi, herhangi bir kimseye gidip de ondan bir şey istemesinden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Buyû, 15)
Ayrıca, Allah Râsulü, işçilerin haklarının korunması, ücretlerinin eksiksiz ve zamanında verilmesi, onlara güzel davranılması hususlarında da pek çok tavsiyede bulunmuştur. Bu nebevî tavsiyeleri, yeri geldikçe zikredeceğimi belirterek, burada iki hadis-i şerifi hatırlatmakla yetineceğim: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, bir keresinde,
“Allah Teâlâ, çalıştırdığı işçiden azami verim aldığı halde, onun ücretini tam ödemeyenin öteki hayatta hasmı olacaktır!” (Buhârî, İcâre, 10)
buyurmuş ; bir kudsî hadiste de şu ilahi tehdidi seslendirmiştir:
“Üç kimse, kıyamet gününde Beni karşısında bulacaktır: Benim adımı kullanarak haksızlık eden; hür bir insanı satıp parasını yiyen; bir işçiyi çalıştırıp da ona ücretini vermeyen!” (Buhârî, İcâre, 12, 15).
c) İşçilerle Alakalı Genel Hükümler
İslam âlimleri, genel olarak, işçileri özel (hâs) ve ortak (müşterek) olmak üzere iki kısımda ele almışlardır:
1) Özel işçi (ecîr-i hâs); bir anlaşma ile belirlenen süre içerisinde ve tayin edilen bir ücret karşılığında, sadece bir işveren için çalışan kişidir. Bu işçi, o süre zarfında sadece kendi işverenine bağlıdır; başka bir işte çalışamaz. Bununla beraber, iş verildiği taktirde hemen o işe koyulmak üzere işyerinde hazır bulunduğu sürece -o süre içerisinde hiç iş olmasa da- ücretini alır. Bir aylığına tutulan hizmetçi, mevsimlik ziraat işçisi ya da gündelikli inşaat ustası gibi kimseler ve devlet memurları bu kategoriye dahildir.
2) Ortak işçi (ecîr-i müşterek) ise; doktor, muhasebeci, terzi ve marangoz gibi, sadece bir kişiye ya da bir kuruma değil de herkese iş yapan serbest meslek sahibi kimsedir. Bu gruba dahil olanlar, sadece bir işverene bağlı çalışmazlar; bir anda pek çok kişiden iş kabul edebilir ama üzerlerine aldıkları o işi yapmadıkça ücrete hak kazanamazlar; diğer bir ifadeyle, onlar yaptıkları iş başına ücret alırlar.
İslam'a göre; bir işçiye, onun gücünü aşan bir iş yüklememek gerekir.
“Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (Bakara, 2/286)
âyet-i kerimesi, müminlere bu ilahî ahlakı öğretmekte ve -diğer manalarının yanında- insanlara ancak altından kalkabilecekleri işleri tahmil etmek gerektiğini de vurgulamaktadır. Peygamber Efendimiz, bu hususu da içeren bir hadis-i şerifte, Müslümanların işçilere nasıl bakması lazım geldiğini şu sözlerle ifade etmiştir:
“İşçi kardeşleriniz sizin işlerinizi yapan kimselerdir. Allah onları ellerinizin altına verdi; dileseydi sizi onların eli altına sokabilirdi. Öyleyse, yanınızda işçi çalıştırıyorsanız, yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinden giydirin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin; eğer zor bir işi yapmalarını isterseniz, siz de onlara yardım edin!” (Müslim, İmân, 38, 40).
İnsanları ancak yapabilecekleri işlerden sorumlu tutan ve herkesin durumunu, konumunu gözeten İslam, bu prensibini çocuklar hakkında da öne çıkarmış ve onların çalıştırılamayacağı hükmünü koymuştur. Onların önce eğitimlerini tamamlamaları gerektiğini belirtmiş ve bu gayeye matuf bir iş olacaksa ona “evet” demiştir. Bu itibarla da,
Müslümanlığa göre, çocuklar ancak velilerin ve idarecilerin izniyle bir sanatı öğrenmek için çalıştırılabilirler. Bu hususta İslam'ın bir inceliğini daha görmek mümkündür; ona göre, anne-baba ücret mukabilinde kendi evlâdını kendi işyerinde çalıştırabilir; fakat, çocukların kendi anne-babalarını ücretle çalıştırmalarına izin yoktur; çünkü, İslam reşit ve imkân sahibi çocuklara anne-babalarına bakma mükellefiyeti yüklemiştir.
Diğer taraftan, işçinin sağlığı ile oynayan hiçbir iş kolu, İslam'da tecviz edilmemiştir. Zira, bir insanın hayatı, Allah katında bütün insanların hayatı kadar değer ve kıymete sahiptir.(Maide, 5/32) Durum böyle olunca, yüzde yüz emniyet ve yüzde yüz sıhhat kazandırılmadıkça, İslam bir işçiyi yerin derinliklerine salıp oralarda çalıştırmaya asla razı olamaz. Zaten şuurlu hiçbir Müslüman işveren, böyle bir vebâli göze alamaz. Haddizatında, böyle bir durumda bu mesele hiçbir zaman ferdin şahsî inisiyatifine de bırakılamaz. Bu gibi iş yerlerini denetim ve kontrol altında tutmak devletin vazifesidir.
Ayrıca, işçiler, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri yerine getirme hakkına sahiptiler. Fukaha'dan İbn-i Abidîn'e göre, işverenin, işin yoğun olması sebebiyle vakit namazlarında işçiyi camiye göndermeyip işyerinde ibadet etmesini istemeye hakkı vardır; fakat, cemaatle eda edilmesi gereken cuma ve bayram namazları bundan müstesnadır. Meselenin özü; işveren, vakit kaybı oluyor gibi bahanelerle işçisinin ibadetlerine mani olmamalı ve dinî görevlerini yapabilmesi hususunda ona imkân tanımalı; işçi de bu hoşgörüyü istismar etmeden hem kulluğunun hem de işçiliğinin hakkını vermelidir.
Büyük sermaye sahiplerinin ve kabile büyüklerinin kibir, açgözlülük ve hırsla işçileri ve köleleri sömürdükleri câhiliye döneminde onların zulme dayalı düzenlerini altüst ederek yeryüzünde Allah'ın emirleriyle şekillenen bir sosyal adalet sistemi oluşturan İslam, zenginliği, fakirliği bir imtihan olarak kabul etmiş, işçilerin sömürülmesini önlemiş ve bir manada sınıfsız bir toplum anlayışı geliştirmiştir. Bu itibarla da, Müslümanlar arasında işverenler, içtimaî hayatta işçilerden daha aziz ve değerli değildir; işçiler de işverenlere nazaran kıymetsiz ve değersiz kabul edilmemektedir. Çünkü, İslam'da üstünlük takvâ iledir; ilim ve amel bakımından ilerde bulunan ve Allah'a karşı saygı hisleriyle dopdolu olan bir kimse daha üstündür.
İslam fıkıhçıları, fertler çalışacak iş bulamazlarsa, devletin onlara iş bulmak ve geçimlerini sağlayabilecekleri imkânlar hazırlamak zorunda olduğunu belirtirler. Devlet, bir taraftan dilenmeyi, rüşveti, fâizi ve kumarı yasaklayıp bunlara mani olmalı; diğer yandan da çalışmayı emrederek herkese uygun iş sahaları açmalıdır. Hastaların, yaşlıların, kimsesizlerin ve yoksulların geçimini garanti altına almak da devletin vazifeleri arasındadır.
3. ÜCRET
Ücret, Arapça bir kelime olup, “Bir iş veya hizmet mukabili verilen hak, o iş ya da hizmet için belirlenen bedel, sa'y ve gayretin karşılığı” demektir. Ücret, çalışmanın hedefi ve tabiî bir netîcesidir.
a) Ücret Teorileri
Ücretin neye göre belirleneceği, nasıl verileceği ve ne zaman ödeneceği meselesi, bugüne kadar iktisatçıları en çok meşgûl eden konulardan biri olagelmiştir ve bu mevzuda çok sayıda ücret teorileri ortaya konmuştur.
“Emek talebi, sermaye arzına bağlıdır” diyerek yola çıkan Adam Smith; emeği bir meta gibi değerlendirip, ücreti emeğin arzı esasına dayandıran Ricardo; “Belli bir dönemde millî sermayeden işçi ücretlerine ayrılan fonun işçi sayısına bölünmesi ücret seviyesini belirler” kaidesi üzerine “Ücret Fonu Teorisi”ni kuran John Stuart Mill; “Kâr, işçinin ücretinden çalınmış bir haktır ve ücret tamamen emeğe dayalıdır; dolayısıyla elde edilen mâmûlün hepsinde, eş bir ücret standardı olmalıdır.” diyen Marks, Batı'da kalabalık taraftar bulan ilk ücret teorilerinin fikir babaları olmuşlardır.
Batı dünyasında en çok kabul gören ücret teorilerinden biri “Marjinal Verimlilik Teorisi”dir. Bu teoriye göre; ücret seviyesi, üretime katılan sonuncu işçinin marjinal verimliliğine göre belirlenir. Yani marjinal (genel işleyişe ayak uyduramayan, sonuncu) işçinin sağladığı hâsıla artışı ücret seviyesini belirler. Buna göre, emeğin verimliliği arttıkça üretim, üretim arttıkça da ücret artacaktır. Ne var ki, işçiye verilen ücretin, bu teoride ileri sürüldüğü şekilde işçi lehine doğru sarktığı pratikte hiç görülmemiştir ve işçi, ekseriyet îtibâriyle hep asgarî ücret üzerinden muâmele görmüştür. Hatta bazen, asgarî ücret çok aşağıya çekilmiş ve verilen ücretler yüksek gibi gösterilmiştir; fakat, neticede işçinin aldığı ücret onun için hep boğaz tokluğu ölçüsünde kalmıştır.
Batıda geliştirilen bir diğer iyimser ücret teorisi de “Pazarlık Gücü Teorisi”dir. Bu teori, işçinin teşkîlâtlanmasını ve işverene karşı bir güç olarak çıkıp onunla pazarlık yapmasını savunur ve ücret seviyesinin belirlenmesinde bu gücü esas kabul eder.
Bu iyimser ücret teorileri suistimale uğramadıkları ölçüde zahiren işçi adına faydalı gibi olmuştur. Ancak, bunlardan marjinal verimlilik teorisinde ücretin seviyesi emeğin verimliliğine bağlandığından ve bunun tesbîti de tamamen işverene bırakıldığından kötüye kullanma yolu açıktır. Buna karşılık, pazarlık gücü teorisinin tatbîk görmesi de, istismar edilmesi hâlinde belli ölçüde işverenin mağduriyetine yol açabilir.
Günümüzde durum biraz daha farklıdır. Bilhassa ileri ülkelerde, işçiye eskisine göre daha insanca bir muâmele yapılmaktadır. Tabiî ki, en kötü yollarda ve bâtıl mezheplerde bile bir hakikat tanesi bulunabileceği gibi, zikrettiğim ya da hiç değinmediğim teorilerde de akla, mantığa ve insanî fazilete uygun hususlar bulunabilir. Fakat, rahatlıkla söyleyebilirim ki, İslam'ın teklif ettiği ücret sistemine ve ücret seviyesine henüz hiçbir beşerî sistem ulaşabilmiş değildir.
b) İslam'da Ücret
İşçi, bugüne kadar ne kapitalist ve liberal sistemlerde, ne de komünist ve kolektivist düzenlerde aradığını bulabilmiştir. Her ne kadar Batı'da işçinin hayat standardı eskiye nispetle biraz yükseltilmiş olsa da, yine de o, çarşı ve pazardaki arz-talep unsurlarının belirlediği seviyede bir ücret alamamaktadır. Bu sistemlerin çoğunda arz-talep bütünüyle devlet tekelinde ya da büyük sermaye sahiplerinin güdümünde olduğundan, işçinin, kendi ücret standardını belirleme hususunda hiçbir tercih şansı yoktur. Bütünüyle mukâyese esaslarının ortadan kaldırıldığı bu dünyada işçi, eline verileni öpüp başına koymak zorundadır. Bu sistemlerin tek ortak yanı, hepsinde de işçinin istismar edilmesidir. Birisinde bu istismar makyajlı iken, diğerinde bütün çirkinliği ile ortadadır.
Evet, tekrar etmeliyim ki; İslam'ın teklif ettiği ücret sistemine henüz hiçbir beşerî teori ulaşabilmiş değildir. Ne var ki, bu sistemi iyi anlayabilmek ve onun üstünlüğünü görebilmek için, İslam'ın bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilmesi ve ona küllî (bütüncül) bir nazarla bakılması gerekmektedir. Çünkü, ücret konusu, işçi ile işveren arasındaki münasebetlerden sadece biridir. Bu itibarla, onu müstakil olarak ele almak, istenilen sonucu vermez; dolayısıyla, ücretle birlikte diğer karşılıklı hak ve sorumluluklar da nazara alınmalı ve ücret, bu münasebetler zincirini meydana getiren halkalardan sadece biri olarak değerlendirilmelidir. Hatta bu mesele, İslam'n içtimâî ve iktisadî diğer prensip ve müeyyideleri arasındaki yer ve durumuna göre de ele alınıp incelenmelidir.
İslam'a göre işçi ücretlerini miktar olarak belirleyen doğrudan bir âyet veya hadis yoktur; zaten, zamanın ve şartların sürekli değişmesi de bunun böyle olmasını gerektirir. Ancak âyet ve hadislerde adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü işin çeşidi, çalışma süresi, beldenin ekonomik şartları ve işçinin becerisi ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. İslam bütün bu unsurların gözetilmesini gerektiren kaideler vaz etmiştir.
“Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını ve ücretlerini eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin!” (A'râf, 7/85)
mealindeki âyet-i kerimeden tutun da, insanın bu dünyada yaptığı zerre kadar bir iyiliğin mükafatını ahirette göreceği gibi, yine zerre kadar bir kötülükten dolayı da mutlaka cezalandırılacağı hususundaki îkazlara kadar, İslam ahlâkının çerçevesini belirleyen bütün dinî emirler işçi haklarına da aynıyla yansımıştır. İşte, Müslümanların ücret anlayışı bu zaviyeden değerlendirilmelidir.
İslam'da çeşitli iş ve meslekler için genel ücret miktarları belirlenmemekle beraber, bunun, iş akdi yapılırken tespit edilmesi istenmiştir. Aksi halde iş anlaşmasının geçersiz olacağı ve işçinin çalıştığı günler için emsal ücrete hak kazanacağı belirtilmiştir. Diğer bir ifadeyle, ücret, işçi ile işveren arasındaki pazarlığa bağlıdır; ancak önceden bir pazarlık yapılmadıysa ecr-i misil (emsal ücret) verilir; yani, ücret, bilirkişiler tarafından o gün aynı işi yapan kimselerin aldığı ortalama ücrete ve örfe göre belirlenir. Aslında, böyle bir uygulama işçinin lehinedir ama işverenin herhangi bir haksızlığa uğramasına da müsaade edilmemektedir.
Ücret miktarı tesbit edilirken, işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin barınma, yeme-içme, giyim-kuşam ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olmasına dikkat edilmelidir. Bu hususlara vurguda bulunan Rasûl-ü Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Şâyet, bir kimse bizim işçimiz olarak vazifelendirilirse, barınacak yeri yoksa kendisine bir ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçiye ihtiyacı varsa o iş için birini tutsun ve eğer biniti yoksa bir binit edinsin. Kim, bunlarla yetinmez de daha fazlasını isterse, o, ya emanete hıyânet edecek veya hırsızlığa düşebilecek birisidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/299)
Bu hadis, ücretlerin, işçilere sağlaması gereken hayat seviyesine işaret etmektedir. Buna göre, bir işçi ücretinden yapacağı tasarruflarla makul süre içinde ev edinebilmeli; bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Günümüzün bir kısım fıkıhçılarının yaklaşımına göre, ücretin tesbitinde, işçinin, bu aracı rahat kullanabileceği mali imkânlara sahip olması da hedeflenmelidir ki, aslında, işçinin ürettiği ekonomik değerlerin bedelleri içinde, bu sayılanları karşılayacak ölçüde emek bedeli vardır.
Ayrıca, alış-verişlerde eşya fiyatlarını uzun süre sabit tutmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini de dondurmak mümkün olmaz. Dolayısıyla, arz etmeye çalıştığım ölçüler içinde ve temel ihtiyaçlara göre, çeşitli meslekler için belirlenecek ücret, eşya fiyatlarında meydana gelebilecek artışlar oranında zaman zaman yeniden tesbit edilmelidir. Temel ölçüler içinde adaletli ücret belirlendikten sonra, paranın değerinin düşmesi ve eşya fiyatlarının yükselmesi nispetinde ücretler de artırılmalıdır.
c) Ücretlerde Farklılık
Ücret mevzuunda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da ücretin çeşitliliği meselesidir. Cenâb-ı Hak, insanları ayrı ayrı istidât ve kâbiliyette yaratmıştır. Kâbiliyetlerdeki bu ayrılığın, görülen işe aksetmesi ne derece normal ise, yapılan işlerdeki ayrılığın da ücrete aynı şekilde aksetmesi o derece tabiîdir. Bütün iş ve meslekler eşit emek, eşit yetenek gerektirmediği gibi iş riskleri de farklı farklıdır; dolayısıyla bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda işçilerin eşit ücret almasının gerekmediği anlaşılır. Meselâ; bir inşaat işçisi özel bir eğitim ve yeteneğe gerek olmaksızın çalışabilir. Fakat aynı inşaatın mühendisi, fayans, mermer veya parke döşeyicisi ise ancak özel eğitim ve beceri ile işini yapabilir.
Dünya, insan için duygu ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirme yeridir. Onun için de İslam'da, duygu ve kâbiliyetlerin inkişaf ettirilmesine göre mükâfat verme prensibi vardır. Kur'an-ı Kerim'in,
“İnsana sa'yinin semeresinden başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39)
mealindeki âyeti fevkalâde istidât ve kâbiliyetin, fevkalâde muâmeleyi gerektirdiğine de işaret etmektedir ki, bu, İslam'ın ücret ve mükâfat mevzûunda değişmeyen bir prensibidir.
Evet, bu ilahî sistem, beyin gücüyle çalışana da, beden ameliyesinde bulunana da emekleri nispetinde karşılık verme ölçüsünü getirmiştir. Dolayısıyla omuzları üzerinde Hazreti Ömer'in kafasını taşıyana verilecek olan mükâfat ile, hiçbir fikir cehdinde bulunmadan sadece bedenî bir iş yapana verilecek mükâfat her halde aynı olmayacaktır ve olmamalıdır da. Gece-gündüz durmadan işini düşünen ve âdeta yirmi dört saat mesai yapan bir insanla, birkaç saatlik çalışmadan sonra sırt üstü yan gelip yatan insanı birlikte değerlendirmek elbette âdilâne değildir. Onun için, eşit ücret teorisi dünyanın büyük bölümünde, uzun zaman tamamen beşerin tabiatına, fıtratına ters bir istikâmette işlemiş ve asla her zaman kabul edilebilir bir tatbîkat olma özelliği gösterememiştir.
Öyle ise istîdâd ve kâbiliyetler, kâmet-i kıymetlerine göre ücret almalıdırlar. Ancak, en aşağı seviyedeki insana verilen ücret de, mutlaka onun insanca yaşamasına yetecek ölçüde olmalı; fazlalıklar ise, insanların o mevzûdaki mahâret ve tecrübelerine göre tespit edilmelidir.
4. İŞÇİ-İŞVEREN MÜNASEBETLERİ
Başkasına ait bir işi veya hizmeti, bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimseye “işçi” adı verildiği gibi, bir işin sahipliğini ve sermaye gücünü elinde tutan, bir ücret karşılığında başkalarını çalıştıran ve onların çalışma düzenini belirleyen kimseye de “işveren” denmektedir. İşveren bir şahıs olabileceği gibi, vakıf, şirket ya da devlet gibi tüzel kişiler de olabilir.
İşveren ve işçi ayırımının birer sınıf olarak ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetlerin büyük çapta yapılmaya başlandığı dönemlere has bir durumdur ve özellikle de Batı'ya ait bir hadisedir. Çalışma hayatında emeğin kiraya verilmesi ve kiralanması açısından işçi ve işveren tabirleri İslam toplumunda da vardır; ama bu ayrım işçi sınıfı, proletarya, patron ve burjuvazi kavramlarının çağrıştırdığı uygulamalardan tamamen farklıdır.
Müslümanların içtimaî hayatında sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücadele asla söz konusu değildir. Çünkü İslam toplumu, din kardeşliği esasına, herkesin güttüğünden sorumlu bir çoban olduğu kaidesine ve zerre kadar iyilik ya da kötülüğün mutlaka ötede karşılık bulacağı inancına bağlı bir ahlak üzerine inşa edilmiştir. Bu sebeple Müslümanlar için işçi tabiri, ferdî bir kavramdır; zira, bu âdil düzende insanlar daimî surette işçi veya işveren olarak kalmayabilirler; dün emekçi iken bugün mülk sahibi olabilirler. Bugün emeğiyle geçinen bir işçi yarın emek-sermaye iştiraki (müdârabe) ya da ziraat ortaklığı (müzâraa) gibi bir beraberlik vesilesiyle işveren sıfatını kazanabilir.
a) Emek-Sermaye Mücadelesi
Amel ve ücret, sa'y ve sermaye konusu, sosyal ihtilaller tarihine girmiş çok önemli bir meseledir. Nitekim; Bediüzzaman Hazretleri, “Şu âlemin ihtilâli nedir?” sorusuna “Sa'yin sermaye ile mücadelesidir.” diye cevap vermiştir. Zenginlerin, az bir ücret mukâbilinde fakirleri kendilerine hizmetçi yapmalarının, yani, sermaye sahiplerinin ehl-i sa'yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmelerinin büyük ihtilallere sebebiyet verdiğine dikkat çekmiştir.
Evet, Sosyalistlik ve Bolşeviklik sûretinde, önce Rusya'yı perişan eden, sonra da bütün dünyaya yayılan emek-sermaye kavgası zengin-fakir arasına öyle bir kin ve nefret sokmuştur ki, sabahtan akşama kadar on kuruşluk bir ücret için çalışıp didinen fakir insanların kalbine, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazanan sermaye sahiplerine karşı kin duygusu yerleşmiş, her yerde halk ayaklanmaları baş göstermiş ve bu şekilde başlayıp devam eden sınıf kavgaları senelerce sürmüştür.
Aslında, kavgaya esas teşkîl eden konu gâyet basittir: “Sermaye mi asıldır, yoksa emek mi?” İşte dünden bugüne bütün söylenilenler bu basit sorunun etrafında örgülenmiştir. Ne var ki, işin başında bir fâsit dâireye girilmiş ve oradan bir türlü çıkılamamıştır.
İktisadî sistemlerin bazıları, sermayeyi esas kabul ederek onu her şey saymış ve “Sermaye olmadan hiçbir şey yapılamaz.” görüşünü savunarak, insanın terine ve emeğine hiçbir kıymet vermemişlerdir. Onlara göre; işçi ister yeraltı madenlerinde çalışsın, ister dehlizlerde nefes tüketsin, ister tarlalarda orak sallasın ve isterse sırtında taş taşısın emeğin değeri sınırlıdır. İşçiye verilen ücret de, sermayeyi kullanmaya vesile olmasına binaendir ve sadaka kabilinden bir şeydir. Görüldüğü gibi, bu anlayışta sermaye âdeta putlaştırılıp mâbud hâline getirilmek istenmektedir ki; eski dünyanın huzurunu bu telakki bozduğu gibi günümüzdeki pek çok millet ve devleti de yine bu anlayış yutmuştur/yutmaktadır.
Buna reaksiyon olarak ortaya çıkan diğer bir kısım sistem ve anlayışlara gelince; onlar da emeği totemleştirip, “Her şey emekten ibarettir.” diyerek yeni bir put teklif etmişlerdir. Bunlara göre sermaye sadece bir sömürü vasıtasıdır. Sermayedâr ise, emekçinin kanını emen bir parazitten ibârettir.
Her iki zihniyet ve düşünce arasındaki bu sert kutuplaşma, belli dönemlerde çok büyük boyutlara ulaşan kargaşaya ve anarşiye yol açmıştır. Öyle ki, bu tâlihsiz dönem, kitlelerin sokaklara döküldüğü, çalkantıların çalkantıları takip ettiği ve dünya çapında sınıf çatışmalarının yaşandığı bir karanlık zaman dilimi olmuştur. Tabiî bu arada toplu sözleşmeler, grevler ve lokavtlarla sürekli çözümler aranmıştır, ama acaba bütün bunlar açılan onca yarayı tedaviye yetmiş midir, yoksa büsbütün onu azdırıp kangren hâline mi getirmiştir, bunu zaman gösterecektir!..
b) İslamî Perspektiften Emek ve Sermaye
Mevzuya İslamî perspektiften bakıldığında, emek ile sermayenin ruh ve cesed gibi bir bütün olduğu görülür. Ruh, yani emek asıldır; cesed, yani sermaye ise, ona bağlıdır. Sermayedeki düzen, sistem, âhenk, canlılık ve cevvâliyet, emekle yakından alâkalıdır.
“Bugünkü sermaye, dünkü emeğin karşılığıdır.” diyen Marks, emek-sermaye münasebetinin bir yönünü ifâde etmiştir. “Bir yönünü” diyorum, zira behemehal her sermayenin bir emeğe dayalı olduğu doğru değildir. Çünkü, kendi mahiyetimiz ve içinde yaşadığımız dünya inceden inceye tetkik edildiğinde, sayısız ilk mevhibelere hiçbir emek sarfetmeden, meccanen mazhar olduğumuz ve hayat boyu da her an lütuflar sağanağı içinde bulunduğumuz daha iyi görülecektir.
Meseleye değişik bir zaviyeden bakacak olursak, Marks'ın bu yaklaşımında bir doğruluk payı da yok değildir. Çünkü, Allah (celle celâlühü),
“İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Gayretinin semeresi ise ileride mutlaka ortaya çıkar; emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenir.” (Necm, 53/39-41)
buyurmaktadır. Öyle ki, Kur'an-ı Mûcizü'l-Beyân'ın bu ifâdesine im'ân-ı nazar edince, sermayenin altında emeğin bulunduğu hakikati de görülecektir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, yine esas olan emektir; sermaye ise, ona tâbidir. Fakat, bu yaklaşımda sermayeyi bütün bütün değersiz sayma mevzubahis olmadığı gibi, emeği putlaştırıp mihrap hâline getirme de söz konusu değildir.
Başkaları meseleyi ne şekilde ele alırsa alsın, İslam sa'y (emek) ile sermayeyi yan yana getirip, her hak sahibine hakkını hem de vakit fevt etmeden vermiştir. Zira, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
“Bir işçi tutan kimse, daha işin başında ona vereceği ücretin miktarını bildirsin!” (Nesaî, Eymân ve'n-Nüzûr, 44) ve
“Çalıştırdığınız kimsenin ücretini henüz teri kurumadan veriniz!” (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV/97)
buyurarak, bir yandan çalışmayı alkışlamış; diğer taraftan da sermaye sâhibini gözeterek, işverenin herhangi bir hakkının zimmete geçirilmesini ve iş hukukunun çiğnenmesini haram saymıştır.
Diğer taraftan, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ara sıra ümmetinin dikkatini çekmek üzere anlattığı kıssaların birinde, mümin işverenleri işçinin emeğini nemalandırarak onu da sermaye sahibi yapmaya teşvik etmiştir. “Mağara hadisi” olarak da bilinen bu hadis-i şerifte şu hadise anlatılmaktadır:
Gecelemek için bir mağaraya sığınan üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp çıkışı kapayınca bir türlü oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hakk'tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Onlardan birincisi, anne-babasına karşı ihsanla davranışını vesile edinerek onunla niyazda bulunur; ikincisi, tam harama girip, iffetini kirleteceği bir anda, sırf Allah korkusu sebebiyle böyle bir günaha girmekten vazgeçişini duasına mevzû yapar. Her iki duada da taş biraz kımıldar, ancak yine de çıkabilecekleri kadar bir boşluk meydana gelmez.
Üçüncü şahıs ise şöyle dua eder:
“Rabbim, yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim. Halbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam' deyip gitti. Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır.' dedim. ‘Ben fakir bir insanım, benimle alay etme.' deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hale geldi. Şimdi al götür.' dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü. Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan mağaranın ağzını aç.”
Bu duadan sonra, taş sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar. (Buhari, Buyû' 98, İcâre 12; Ebû Dâvud, Buyû' 29.)
İşte, Peygamber Efendimiz, bu hadiseyi anlatarak toplum hayatında huzur ve güvenin teminatı olabilecek üç önemli meseleyi nazara vermiş; yaşlılara hürmet edip anne-babanın hukukunu korumanın, hem iffetli yaşayıp hem de insanların iffetlerine dokunmama ahlakının ve bir de işçi haklarını gözetmenin, hatta işçiyi bir ortak gibi kabul edip onun da sermaye sahibi olması için gayret göstermenin önemine vurguda bulunmuştur.
Sözün özü; İslam, sermayenin de, emeğin de varlığını tanımış ve bu konuda şu temel ilkeyi ortaya koymuştur: Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabiliyetlerini harcayarak yapacaktır; işveren ise, işçiye hizmetinin karşılığını zamanında ve tam olarak ödeyecektir.
İslam'a göre; işveren işçiye zulüm yapsa dahi, işçi ona zulümle mukabelede bulunmamalıdır; aynı mesele aksi durum için de söz konusudur. Zira başkasının zulmü, insanı zulüm işlemekte mâzur hâle getirmez:
“Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah'a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Mâide, 5/8)
âyeti karşısında, ister işçi olsun ister işveren, her mümin tir tir titremelidir. Evet, İslam, müntesiplerine kazandırdığı bu bakış açısıyla meseleye manevî bir yön vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir bağ kurmaktadır.
c) İslam Toplumunda Pratik Olarak İşçi ve İşveren Münasebetleri
İslam'ın çizdiği motif içinde işçi ve işveren, aynı cesedin uzuvları gibidir. Aralarında nefret, adavet, kin ve şekâvet yoktur. Çünkü, işçi de, işveren de meslek ahlâkına riâyet eder ve birbirinin hukukunu gözetirler.
Evet, işçi hakkını teri kurumadan alır; alır ama, aynı zamanda başında bulunduğu tezgahı çalıştırıp, işini itkan üzere (hakkını vererek) tamamlar ve işverenin hakkını da gözetir. Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde en iyi kazanç, hassasiyetle işin üzerinde durularak ve işverene saygı gösterilerek elde edilen kazançtır.
Müslüman işçi, yaptığı işi Allah'a, Rasûlü'ne ve bütün müminlere arz edecek şekilde yapar. Böyle birinin işverenin hakkına tecavüzü imkânsızdır. Bu anlayışta olan biri, ne vakit zâyi eder ne de harcaması gereken emeği esirger. Çünkü o, yapacağı her şeyin teker teker hesabının sorulacağı bir güne inanmaktadır.
Müslüman işverene gelince; emri altında çalıştırdıkları onun kardeşleridir. Yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve onlara gücünün üstünde yük yüklemez. O, işçi kardeşlerinin haklarını Allah'ın hakları olarak görür ve Allah'ın hakkını ayırmadan ağzına götüreceği her lokmanın kendisine haram olduğu şuurundadır. İşverenin, evvelâ işçinin hakkını belirlemesi, takvime bağlaması şarttır. Dolayısıyla, şâyet işveren, işçisine kendi hayat standardına uygun bir ücret ödeyemiyorsa, onu belli nisbetlerde işine ortak eder.
İslam'da, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurmak demek olan “grev” ve işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından işyerinin kapatılması manasına gelen “lokavt” teşvik edilmez. Çünkü, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir; grevden ötürü işi durdurmakla işçinin kendisi de kayba uğramaktadır. Bir manada grevin zıttı olan lokavtta da, üretim durmakta ve işsizlik sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt sonucu, karşılıklı menfaatler zedelenmekte ve bu durum, önü alınamayan sosyo-ekonomik tepkilerin ve hatta kavgaların ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Elbette beşerî münasebetler içinde bazı uyuşmazlıklar olacaktır. Dolayısıyla, kendilerini mağdur kabul eden insanların müracaat edecekleri bir mercî mutlaka bulunmalıdır. İşte, İslam'da bu gâyeye mâtuf hizmet amacıyla kurulan "Hisbe teşkîlâtı" vardır. İslam dünyasında, Peygamber Efendimiz devrinden itibaren varlığı bilinen hisbe, umumi manada “iyiliği emir ve kötülüğü nehiy” müessesesidir. Hisbe, İkinci halife Hazreti Ömer zamanında tam teşkilatlı bir müessese haline gelmiş ve cemiyet huzurunun sağlanmasında son derece önemli rol oynayan bir kurum olmuştur. Genel asayişi temin etmenin yanısıra, zarurî ihtiyaç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak maksadıyla esnaf ve diğer ticaret erbâbını kontrol altında tutma ve işçi-işveren arasındaki meseleleri çözme de onun vazifeleri arasındadır.
Evet, bazı sistemlerin, ortaya bir kısım “güçler” çıkarıp bu güçlerin çarpışma usûl ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, İslam dini taraflar arasında denge ve uyum sağlayarak müntesiplerinin menfaatlerini birleştirmeye çalışır. İktisadî hayatta işsizliğe mani olmayı ve üretimin devamını sağlamayı esas hedef yapar; insanları bu hedefe yönlendirirken, muhtemel anlaşmazlıklara karşı, taraflara mutlaka bir çözüm yolu sunar ve bir tarafın diğerini ezmesine, toplum yapısının zarar görmesine asla izin vermez. Dahası, getirdiği esaslarda efendi-köle, memur-işçi, zengin-fakir ayırımı yapmaz ve böylece toplum fertleri arasında bir kaynaşma ve yakınlaşma sağlar.
Öyle ki, Müslüman toplumda halk, devleti ve ricâl-i devleti omuzlarında taşır. Devlet ve rical-i devlet de, tebaanın fahrî hizmetçiliğini yapar; merhametli bir çoban ya da şefkatli bir baba gibi, saadet ve hazlarını, güttüğü ve yeddiğinin saadet ve huzurunda bulur.
Böyle bir toplulukta bütün müesseseleriyle maarif, fazilet duygusunu geliştirir; sevgi ve mürüvvet kapılarını açar; insanlığa şefkati ve herkesle anlaşıp uzlaşmayı öğretir. Onu, merhametsiz emellerden, süflî duygulardan, insanlık için yüzkarası olmaktan ve her türlü hoyratlıktan korur; bilhassa mukaddes mefhumlarına karşı saygılı yetiştirir.
Dahası bu aydınlık insanlar, toplum içinde kendini güçsüz gören gayri müslim azınlıkların, çocukların, alîllerin, yolda kalmışların, işsizlerin görülüp gözetilmesi konusunda köklü ve kalıcı tedbirler alır, değişik yardım fonları oluşturur ve bunlarla herkesin elinden tutmaya çalışırlar.
Zengin-fakir dengesi açısından da İslam'ın getirmiş olduğu, içtimâî hayatı düzenleyici pek çok esas vardır. Zekât, sadaka, kurban, kefâret, hibe, karz-ı hasen bu cümleden sayılabilecek akla gelen ilk esaslardır. Tarihin şehadetiyle sabittir ki, bunlar hayata hayat olduğu dönemde, günümüzde olduğu gibi ne içtimaî tabakalar arasında uçurumlar vardır, ne de bu tabakaların birbirlerine beslemiş oldukları kin ve nefret. Çünkü, Müslümanlar kendi aralarında âdeta -tabir caizse- Allah'ın tevzî memurları gibi davranırlar; hakkıyla zekatlarını ve gerektiğinde de sadakalarını muhtaç olan kişilere oluk oluk akıtırlar. Bu itibarla da, İslam toplumunda, bir zümrenin alabildiğine zengin ve müreffeh, diğer bir zümrenin de fakir ve aç olması söz konusu değildir. Zira, bu sistemin sâlikleri, Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnad edilen, “Komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir.” esprisini çok iyi idrak etmiş ve pratik hayatta da bunu büyük ölçüde uygulamışlardır.
Evet, İslam'da sadece haklara riâyetle yetinilmez; Müslümanlara ait mal-mülk gibi şeylerde başkalarının da hakkı olduğu mülâhazasıyla hareket edilir; kibir ve çalım duygusuna, minnet ve başa kakma düşüncesine girilmeden, bu haklardan bütün muhtaçların istifade etmesi sağlanır.
Bu ilahî sistemde, işverenlerin mütekebbir (kibirli zorba) olmaları, servet ve mal yığmaları, sadece kendi saadetlerini düşünmeleri hoş görülmemiştir. Bütün bir millet olarak, elemleri de lezzetleri de paylaşma anlayışı geliştirilmiştir.
Onun içindir ki, Hazreti Ebû Bekir bütün servetini milletin saadeti için harcamış, -ilk halife olmasına rağmen- vefât ettiğinde geriye kalan tek elbisesiyle gömülmüştür.
Hazreti Ömer, kıtlık olduğu zaman, -ki o gün bir devlet reisidir- ekmeğini sirkeye batırıp yiyerek hayatını devam ettirmeye çalışmıştır. O, halîfe ile hizmetçisinin bir tek bineği nöbetleşe kullanıp, deveye sıra ile binmelerini hiç de fevkalâdeden bir hâdise olarak görmemiş ve öyle mütevazıâne davranmıştır.
Ebû Ubeyde b. Cerrah, ordusu açlığa mârûz kaldığı bir dönemde, kendisi de, askerleri gibi bir-iki hurma ile iktifâ etmiştir.
Hazreti Ebû Zer, bir gün eline geçirdiği elbiselik kumaşı ikiye bölmüş, bir parçasını kendisine, diğer parçasını da eli altındaki işçiye parçalı olarak elbise yaptırmıştır. Bu davranışının nedenini soranlara o, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in hadisi ile cevap vermiştir:
“Onlar, sizin himayenize verilmiş kardeşlerinizdir; yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, tâkatlerinin üstünde iş yüklemeyin, zor bir iş tahmil ederseniz onlara yardımcı olun.”
Sözlerimin sonunda şunu ifade etmeliyim ki; anlatmaya çalıştığım bu hakikatler, ütopik bir hayatın destanlaştırılmasından ibaret değildir; aksine, asırlarca gaddar bir dünyanın en acımasız darbeleri karşısında dahi sarsılmayan ilâhî bir sistemin resmidir. Evet, Farabî, Medinetü'l-Fâzıla'sında ütopiktir. Eflatun bir ütopya yazarıdır. Fakat, Medine'de yaşananlar bir vak'adır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok kısa bir zaman içinde, işte böyle fazîlet atmosferi haline gelen bir site devleti kurmuştur.
Şayet, bugün umumi manada Müslümanların hali bu tablodaki fotoğrafa uymuyorsa, bu meseledeki kusur İslam'a değil, dinini bilmeyen ve onu hayata hayat kılmayan Müslümanlara aittir.
Hasılı, İslam'a göre; düşüncede, tasavvurda ve akîdede istikâmet kazanmadıktan sonra, iktisadî meselelerin sağlam bir zemine oturması ve ahenk içinde yürütülmesi mümkün değildir. Emek ve sermaye ilişkisinde de durum aynıdır.
İşveren ve işçi, biri ücreti verirken, diğeri çalışırken hep Allah'ın murâkabesi altında oldukları şuurunu bir an bile akıllarından çıkarmamalı ve yaptıklarını hep bu şuur içinde yapmalıdırlar. O zaman sermaye ve emeğin her ikisi de kudsîleşir, sömüren-sömürülen çatışma ve çelişkisi de tamamen ortadan kalkar.
Böyle bir toplulukta, işveren işçinin yanındadır; ona ailenin bir ferdi gibi davranır; yemesinde, giymesinde ve meşru bütün isteklerinde yardımcı olur. İşçi ise, işin ve işverenin yanındadır; servet ve patron düşmanlığından uzaktır; sa'yin ve gayretin misali olma yolundadır. İşin en iyisini ortaya koyarken ve kan-ter içinde cehdedip boğuşurken, yüceler âleminde kendisine alkış tutulduğunun ve Hak katında takdir edildiğinin farkındadır, dolayısıyla da, yaptığı her şeyi gönül hoşnutluğu içinde ve ibadet neşvesiyle yapmaktadır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yorumlar
Zeki kardeşime aynen katılıyorum
ben bir amerikan şirketinde çalışıyorum.önceden müdürümüz bir amerikalıydı.zam ayı geldıgınde yeterınce zammımızı alıyorduk.daha sonra o emeklı oldu.başımıza turk mudur geldı.7 senedir hakkımızı gectık enflasyon zammı bıle alamıyoruz.YAZIKLAR OLSUN
Ben de müslümanım fakat emekcilere yapılan haksızlara neden göz yumar muhafazakar kesimler çok merakediyorum ? haksızlıklar:Sigortanın tam yatmaması..Çok mesai az ücret..günlük Namaz yasaklığı..cuma namazı yasaklığı..İşçinin çaresizce bırakılması kimse tarafından korunmaması..