Hidayet nasip işi midir; iman etmek insanın elinde midir?
- Hidayetin yalnızca Allah'tan olması ne manaya gelir?
- Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir?
Değerli kardeşimiz,
Hidayet (iman), kulun iradesini kullanmasından sonra, Allah'ın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.
Hayır ve şerrin Allah’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.
Önce şunu belirtelim. Cenab-ı Hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce Rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.
İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle, rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur.
Allah’ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiye ye iltica etmesi ve o'na yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.
- Hidayet Allah’ın elinde ise, dalalete gidenlerin suçu ne?
Hidayet: “Doğru yolu göstermek. İrşat etmek. Rehberlik yapmak, hakkı hak, bâtılı bâtıl görüp doğru yola girmek, bâtıldan ve dalâletten uzaklaşmak.”
Geçenlerde yanıma iki genç geldi. Arkadaşlarıyla yaptıkları bir münakaşadan söz ederek bana bir soru sordular. Soru kadere dairdi. Yine aynı dar düşünce ve yine aynı kısır çekişme... Zihin bulandırmayı meslek edinen ve bulanık suda balık avlamak isteyenler, yine cehalet postuna bürünmüşler, yine kasıtlarını gizlemeyi ustaca başarmışlar ve işte bu iki gencin kafalarını iyice karıştırmışlardı. Nereden duymuşlar, kimden öğrenmişlerse, Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın dilediğini hidayete (doğru yola) erdirip, dilediğini dalalete (sapıklığa) düşürdüğüne dair âyetler bulunduğundan söz etmişler ve insan iradesini inkâra kalkışmışlardı.
Tuhaf bir tablo ile karşı karşıyaydım. Şöyle ki;
Bu adamlar şu gençlerin zihinlerini bulandırmak, fikirlerini çelmek için uygun bir zemin aramışlar, sözü dolaştırıp kader bahsine getirmişler, bütün bunları iradeleri ile bir plân dahilinde sinsice gerçekleştirmişler ve sonunda utanmadan ve sıkılmadan insan iradesini inkâra kalkışmış, günah ve isyanlarda insanın bir suçu olmadığını iddiaya cüret edebilmişlerdi.
Ben, kendi dediğine kendisi dahi inanmayan bu kişileri bir tarafa bırakıp, konuyu bir ilmî atmosferde incelemek istiyorum. Sorunun tahlilini biraz geciktirerek, önce bu ve benzeri sorular karşısında mü’mine düşen göreve kısaca temas edeceğim.
Elinize Kur’an-ı Kerim’i alınız. “Allah’ın hidayeti ve dalâleti dilediği kimseye verdiğine” dair bütün âyetleri birer birer bulunuz. Her âyetin geçtiği sûrenin baş tarafına doğru yaprakları çeviriniz. Sûrenin başına vardığınızda karşınıza her defasında “besmele”nin çıktığını göreceksiniz. Bildiğiniz gibi “besmele”de üç ilâhî isim zikredilmiş: Allah, rahman ve rahim. Birçok âlimlerimiz Allah isminin ism-i âzam olduğunu ifade buyurmuşlar. Allah, ism-i âzam... Yâni bütün isimler bu isim içinde dahil... Şöyle ki, Allah rahmandır, rahimdir, kadirdir, kahhardır, rezzaktır ve hakeza... Şu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: acaba niçin Allah isminden sonra kahhar, cebbar, aziz gibi celâl ve kibriya ifade eden isimler değil de, Rahman ve Rahîm isimleri zikredilmiş? Bu soru ile birlikte zihninizde hemen bir kutsi hadis şimşek gibi çakar: “rahmetim gazabımı geçti.”
Bir Müslüman, Kur’an’ın hangi sûresini okursa okusun, bu hakikati unutmayacak, o sûrede ilâhî lütuflardan bahsediliyorsa, Rahman ve Rahîm olan Allah’a hamd edecek. Şayet müşriklerin, kâfirlerin, münafıkların acı âkıbetleri anlatılıyorsa, onların bu âkıbete kendi iradeleri ile düştüklerini, rahman ve rahîm olan Allah’ın onlara zulmetmekten -haşa- münezzeh olduğunu hatırından çıkarmayacaktır.
Bizleri bu vadide irşat eden şu âyet mealini birlikte okuyalım:
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah Gafur'dur, Rahîm’dir.” (Fetih, 48/14)
Allah, göklerin ve yerin yegâne yaratıcısı, sahibi ve mâliki... Onun bağışladığına kimse azap veremez; azap verdiğini de kimse bağışlayamaz. Mutlak iradesine karşı koyacak bir başka iradenin mevcudiyeti muhaldir.
Ve âyet-i kerime “Allah Gafur’dur, Rahim’dir” diye son bulmakla mü’mine şu mesajı veriyor:
Gafur ve Rahîm olan Allah, lütfuyle yarattığı, gökleri ve yeri hizmetine verdiği bir kuluna azap ederse, bu azap mutlaka o kulun küfür ve isyanındandır.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, meselenin önce “tevhid” yönü üzerinde durmak isterim. Kur’an’ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yâni Allah’ın birliği... Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne mülkünde ne icraatında ortağı bulunmaması. Kur’an’ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah’a dönmüş, teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.
Fâtiha’nın ilk âyetinde “Allah’ın bütün âlemlerin rabbi” olduğu haber verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve âhiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem... Kezâ, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük âlem. Bütün bu âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irade ve kudretiyle safha safha terakki ettirerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah’tır. Bütün bu âlemler o’nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâdiseyi, ister hayır ister şer olsun, yaratan da o’dur.
Zeminin yüzünde gece ve gündüzü o yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu ve uyanıklığı ve nihayet insan kalbinde dalâlet ve hidayeti yaratan da o’dur. Zira, o’ndan başka yaratıcı yoktur.
Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah’ın büyük bir ihsanı. Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddî olmayan o göz ile, maddeden münezzeh olan Allah’ın varlığı görülüyor ve o’na iman ediliyor. Ve kalp kâinatı çok gerilerde bırakacak bir vüsate, bir genişliğe kavuşuyor. İşte gözde görmeyi yaratmak Allah’a mahsus olduğu gibi, kalpte imanı ve hidayeti yaratmak da yine o’na mahsus.
O halde Allah’ın dilediğine hidayet vereceğine dair âyetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi hidayetin de o’nun elinde olduğuna iman edeceğiz.
“... doğrusu, lütuf muhakkak Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah Vâsi’dir, Âlîm’dir.” (Âl-i İmrân, 3/73)
âetin sonunda Vâsi’ ve Âlîm isimlerinin zikredilmesi ne kadar mânâlıdır. Evet Allah vâsi’... Yâni o’nun rahmeti, ilmi, inayeti insan idrakinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kaplamış... Ve o her şeyi hakkıyla bilen mutlak Âlîm. Öyle ise lütfu, ihsanı, keremi ve hidayeti kime vereceğini o bilir. Bu veriş rast gele değil, bir ilim ve hikmet iledir.
Bu hakikati ders veren bir diğer âyet:
“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (Kasas, 28/56)
Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı... Canlı ve cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah’ın ilim ve murakabesi altında sürdürüyor.
Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur duyuyor? Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki binaları, insanları, arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne derece tok yahut aç?
Akşam yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken hangi hislerle dolu olacak? Yuva yaptığı çatıyı gördüğünde içinden neler geçecek? O günkü mesaisini bitirmiş diğer kuşlarla havada son birkaç tur daha atarken, o küçük ve temiz kalbi nasıl bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice hâller o kuşun ruhunu sarmış durumda. O, kendi iç âleminin bütün incelikleri ile ancak ve ancak Mevlâsının nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi altında...
Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her biri kendi âleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kâinatla irtibat kurarken, ruhu ve hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle, Allah’a teveccüh ve tevekkül etmekte...
Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor!.. Hangi derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride neler almayı plânlıyor? Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çilesini mi çekmede!..
Beden sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne âlemde? Düşkünlere karşı kalbi katı mı, yumuşak mı? Rabbine teveccühü ne derece? Nefsine ne ölçüde güveniyor? İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor?
İşte meçhulümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın cahiliyiz, Allah ise maliki ve âlimi.
İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, sevgili Habibine (a.s.m.) hidayete erecekleri de en iyi kendisinin bileceğini yukarıdaki âyetle haber veriyor.
Hidayet ve dalâletle ilgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de mü’minin ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü’minin ruhu havf ve reca sınırları arasında terakkisini sürdürür. Bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur.. Havf, Allah’tan korkma, o’nun azabından kendini katiyen emin bilmeme hâli... Reca ise, Allah’ın rahmetinden daima ümit var olma, günahlarının o’nun affını hiçbir zaman aşamayacağını düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme hâleti.
Kur’an-ı Kerim, “Allah’ın dilediğini dalalete götürebileceğini” beyan etmekle mü’mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenmemesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise düşmemesini, “Allah’ın dilediğini doğru yola sevk edebileceğini” hatırlatır.
Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir âyet meali:
“Bir de müşrikler (Allah’a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız ondan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve onsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” (Nahl, 16/35)
Bu âyet-i kerimeden, şu anda karşımıza yeni bir soru gibi getirilen meselenin, aslında bir gericilik belgesi olduğunu, bu şeytanî sorunun tâ Asr-ı saadette, hatta ondan önceki devrelerde ortaya atıldığını anlıyoruz. Bu soruyu soranlar, kaderi, cebir mânâsında gösterip, insanın cüz’î iradesini görmezlikten geliyorlar ve ilâhî adalet konusunda muhataplarının zihinlerini bulandırmaya çabalıyorlar. “Madem ki hidayet ve dalâlete gidecekleri Allah diliyor, öyleyse kulun iradesinin ne hükmü var?” demek istiyorlar.
“Her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama, bu takdir edilenlerden birisi de insana cüz’î irade verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir takdir... Buna göre, insan ister ibadet etsin, ister isyan yolunu tutsun, her iki hâlde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor, yahut yeterince anlaşılmıyor.
Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş; hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahlûkatı içinde en güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana tâbi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koymuş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış. Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan kullarına, meleklerden daha üstün dereceler versin ve onları ebedî saadetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları ise azabına uğratsın.. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.
“Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi?..” sorusunu başka sorular da takip eder. Meselâ;
- Allah dileseydi bütün cansızları yarı canlı yapabilirdi.
- Allah dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi.
- Allah dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi, gibi...
Elbette, Allah, dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama, dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış.
Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı sûrede şu âyet-i kerime de yer alıyor:
“Allah dileseydi elbette hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat, o dilediğine dalâlet, dilediğine hidayet verir ve muhakkak sûrette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.” (Nahl, 16/93)
Bu âyet-i kerimede birçok ders bir arada veriliyor:
– Allah, insanları melekler gibi bir tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş.
– Allah’ın iradesi mutlak...
– Ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...
İnsan, Allah’ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz edeceğine, kendi iradesine bırakılan işleri, istikamet üzere yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu...
“... Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidayete eriştirir. (Ey resulüm) artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir." (Fâtır, 35/8)
Hidayete erecekleri de dalâlete düşecekleri de en iyi Allah bilir... “Hâdî”, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. “hidayeti yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan” manasına geliyor... Her isim gibi, bu ismin tecellisi de bir ilim ve hikmet iledir.
Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidayet yaratmıyor.
“... Kalpleri, Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık dalâlettedirler (sapıklıktadırlar).” (Zümer, 39/22)
Kulun kendi cüz’î iradesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde hidayet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime:
“Muhakkak ki, Allah, bir kavime verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Bir başka âyet :
“Onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara, 2/16)
Bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi iradesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz. Hidayet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz. Bunlardan bir kısmını takdim edeyim:
“... Allah zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/258)
“... Allah kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/264)
“... Allah fâsıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Tevbe, 9/24)
Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz. Hepsi de insanın kendi iradesiyle ilgili: zulüm, inkâr ve fısk.
Bir diğer âyet-i kerime :
“... İnkâr edenler ise, 'Allah bu misâlle neyi murat etti?' derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah’a olan ahitlerini kabulden sonra bozarlar; Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.” (Bakara, 2/26-27)
Bu âyet-i kerimelerden de dalâlete düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hidayete gelince o, Allah’ın büyük bir ihsanı olmakla beraber, buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi:
“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara doğru yolu gösteren (hidayet kaynağı) bir kitaptır.” (Bakara, 2/2)
Âyet-i kerimesiyle “ittika” yâni “Allah’a karşı gelmekten sakınma” olarak beyan ediliyor.
“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidayet buyuruyor.” (Ra’d, 13/27)
âyetinde de hidayet için kulun Hakk’a gönül vermesi, cüz’î iradesini hayra sarf etmesi şart koşuluyor.
Hidayet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah’ın Rahman ve Rahîm olduğu, Kur’an-ı Kerim’in muttakilere hidayet olmak üzere inzal edildiği ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in âlemlere rahmet olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalâa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça görülecektir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- EL-HÂDÎ
- Hidayetin nasip işi olması adaletsizlik mi?
- Nur isabet etmediyse neden sorumlu olsun?
- Hidayet Nedir? Kimler Hidayettedir?
- "Hidayet Allah'tandır." sözü nasıl anlaşılmalıdır?
- "Hidayet Allah'tandır." sözü nasıl anlaşılmalıdır?
- EL-ĞAFÛR
- Allah, "Biz ona daha çocuk iken hikmet ve katımızdan kalp yumuşaklığı ve ruh temizliği vermiştik." (Meryem, 19/12-14) ayetlerinde geçen özellikleri neden bizim kalplerimize de vermemiş? Bu özelliklere sahip olmak için ne yapmalıyız?
- "Allah, saptırdığı kimseyi doğru yola iletmez." (Nahl, 16/37) ayetine göre, Allah bir kulunu niçin saptırır?
- İnsanları saptıran Allah ise, insan neden sorumlu olsun?