Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir?
- İnsan ne kadar iyi bir dindar olsa da nefsine mağlup oluyor. Sonra pişman oluyor. Daha sonra bu pişmanlık "Benden adam olmaz." oluyor.
- Biz de nimetlerden yararlanmak istiyoruz (internet v.s) ama araya nefis girip onu kötüleştiriyor. Tövbe edip bir daha günah işlemek bir daha aynısını yapmak insanı mahvediyor. Tövbe-günah, tövbe-günah derken insan tamamen yoldan çıkmaktan korkuyor.
- Ne yapmalıyız nasıl korunmalıyız?..
Değerli kardeşimiz,
İnsan hangi durumda olursa olsun tövbe etmekle mükelleftir. Şeytan insanı ümitsizliğe sevkedip tövbe etmesini engellemeye çalışır. Bunu yaparken bir yandan nefside ıslah edip ilerlemeye çalışmak gerekir.
Al-i İmran suresinde şu mealde bir ayeti kerime yer almaktadır:
"Ve bir günah işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak günahlarının bağışlanmasını isteyenler, hem de yaptıkları günahta bile bile ısrar etmemiş olanlar. İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret, ağaçları altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Güzel amel yapanların mükâfatı ne güzeldir." (Âl-i İmrân, 3/135-136.)
Demek ki, bir tövbenin kabul olması, bir günahın affa liyakat kazanması için hiçbir mazeret yokken, o günahta ısrar edilmemesi şartı aranmaktadır. Bir insan sadece nefsini yenemediğini, çevresinin nasıl karşılayacağını bahane ederek bir haramı işlemeye devam ederse ne olur? Bu husustaki bir hadisin meali şöyledir:
"Mü'min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah'tan günahının affını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık artar. İşte Kur'ân'da geçen 'günahın kalbi kaplaması' bu mânâdadır." (İbni Mace, Zühd: 29)
Evet, "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır." sözü mühim bir gerçeği dile getiriyor. Şöyle ki, bir günahı işlemeye devam eden insan zamanla o günaha alışır, terk edemez bir hale gelir. Bu alışkanlık onu gün geçtikçe daha büyük manevî tehlikelere sürükler. Günahın uhrevî bir cezasının olmayacağına inanmaya, hattâ cehennemin bile olmaması gerektiğine kadar gider. Yani kalpte yer tutan o günah tohumu zaman içinde -Allah korusun- yeşillenerek bir zakkum ağacı haline dönüşebilir.(Lem'alar, s. 7; Mesnevî-iNuriye, s. 115.)
Böyle bir tehlikeye maruz kalmamak ve şeytanın oyunlarına kanmamak için, bir an önce tövbeyi icap ettirecek günahı terk ederek insanın kendine çeki düzen vermesi gerekir.(bk. Mehmet PAKSU, Sünnet ve Aile)
Allah'ı sevdiğini söylemenin ölçüsü nedir?
Allah'ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için anlamak zordur. Bir insan "Ben Allah'ı seviyorum." diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir.
Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı.
İşte hem bizim Allah'ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah'ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerimede Allah'ımız bildiriyor:
"Ey Muhammed deki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran, 3/31)
Dikkat edilirse Allah'ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize (asm) uyarak İslamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize (asm) uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah'ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır. Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa dediklerinin hiç birini yapmam ama, kalbime bak onları çok seviyorum dese kime inandırabilirsiniz.
Demek ki Allah Peygamberimizi (asm) bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, "Eğer beni seviyorsanız, size peygamber gönderdiğim Hz. Muhammed'e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum." buyuruyor.
Sözün özü: Allah'ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed (asm)'e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz.
Size, bize ve tüm insanlara yol haritası Kur'an ve Sünnettir; bundan başkasını size tavsiye edemeyiz. Yani Kur'anı ve sünneti Rasulullahı (a.s.m) kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahis ve kitapları tefekkür ile okumaktır. Yani imanın ve Kur'an'ın anlattığı ve bahsettiği Kur'anî ve imanî kitaplar bulabilseniz veya bu konuları tefekkür ve mütalaa eden şahsiyetlerle beraber olmakla onlardan istifade edebilseniz, sizin hem dünyanıza hem de ahiretinize faydalı olacaktır.
Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak, insanlara faydalı olacak işleri yapmakla Allah'ın rızasını kazanabiliriz.
Ayette geçen "nefis ve malın Allah’a satılması" ne demektir?
Nur Külliyatı'nda, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almış bulunuyor.” mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken, bir temsil getirilir ve temsilin bir yerine de şu mesaj yüklenir.
“Hem o fabrikadaki âletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek.” (bk. Sözler, Altıncı Söz)
Bir sohbette arkadaşlarıma, toprağın ve suyun fiyatlarını sormuş ve bir cevap alamamıştım. Muzun fiyatını sorduğumda ise yüksek bir rakamla karşıma çıkmışlardı. İşte toprak ve su Allah’ın bir fabrikası olan ağaca girdiklerinde, öteden muz olarak çıkıyor ve büyük bir kıymet kazanıyorlar. Aynı şekilde, otu inek denilen bir canlı fabrikaya veriyoruz, et ve süt elde ediyoruz. Şeker pancarı, fabrikadan şeker olarak çıkarken, çiçek tozları kovanda bal oluyorlar.
İnsan, etrafını saran böyle sonsuz ibret tablolarından ders alarak nefis ve malını, Rabbinin emir tezgâhına soksa, alâ-yı illiyyin denilen o üstün makama erecek ve cennet ehli olma şerefine kavuşacak.
Nefis denilince insanın zâtını anlıyoruz, mal denilince de zâtın tasarrufuna verilen emanetleri. Bir başka ifadeyle, “nefis” insana ihsan edilen dahilî nimetleri; “mal” ise haricî nimetleri temsil etmekte. Her ikisi de insanı ya alâ-ı İlliyyîne çıkaran yahut esfel-i safiline düşüren imtihan âletleri.
Âyet-i kerimede nefisten başlandığını dikkate alarak nefsimiz üzerinde biraz duralım.
İnsan aklı, fizik ve kimyadan, ticaret ve ziraattan, kumar ve soyguna kadar her şeyde istimal edilmeye müsait. Bunların bir kısmı insanı yükseltirken, diğerleri alçaltır.
İnsan kalbi bir umman. İman ve küfürden, adalet ve zulme, tevazu ve kibre, itaat ve isyana, muhabbet ve nefrete, af ve intikama ve daha nice müspet ve menfi mânâlara açık. İnsanın alâ-yı illiyyîne yükselmesinde yahut esfel-i safilîne yuvarlanmasında en büyük pay onun.
Kalbe bağlı lâtifeler, hisler bedenin organlarından çok. Bunlar da insanı ya yücelere çıkarır yahut çukurlara düşürür. Sevgiden başlayalım. İnsan bu his ile, ya Rabbini ve Mevlâsını sever, yahut nefsini ve menfaatini. İşte birinci hâl yükseliş, ikincisi çöküştür.
Bir diğeri, “endişe duygusu.” İnsan, ya maddî ve dünyevî problemleri kendisine dert edinir, bunların endişesiyle ruhunu perişan eder. Yahut, bu dünya yolculuğunun cehennemle son bulma endişesi onu durmadan çalışmaya, gayrete ve duaya sevk eder. Birincisi, aşağıların aşağısı, ikincisi yüceler yücesidir.
Beş duyumuz da bu ölçüye vurulmalı. İnsan bunlarla sâlih amel de işleyebilir, isyan ve günah da. Birinciler, insanı en ileri makamlara, ikinciler ise en derin azaplara hazırlar. Yine Nur Külliyatı'nda, “Küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir.
Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş. Bilim adamlarımızın ifadelerine göre, elmasla kömürün temel taşları aynı. Sadece kristalleşme şekilleri farklı. İşte bu farklılıktan birbirine zıt iki mahiyet doğuyor. Aynı harflerle farklı kelimelerin yazılabilmesi gibi, aynı insan mahiyetinden de, birbirine zıt meyveler çıkabiliyor: Mümin-kâfir, salih-fasık, âdil-zâlim, mütevazı-mağrur gibi.
Bu misâle göre:
• Ahsen-i takvim, “en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”
• Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”
• Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşü.”
Allah Resulü (a.s.m.), “Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I/412) buyurur. O halde insan bu dünyada, çekirdek kabilinden de olsa, “alâ-yı illiyyîn” şerefine erecektir ki, bu mazhariyet âhirette o yüce makam olarak kendini göstersin. Ve yine insan, işlediği isyanlarla, “esfele-i safilîne” lâyık olacaktır ki, bu liyakat o dehşetli azabı meyve versin.
Sözün özü: Yüksek insanlar da alçak insanlar da bu dünyada yetişiyorlar. Ve âhirette her nefis kendi ameline uygun saadete eriyor yahut azaba düşüyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Alışkanlık haline gelmiş bir günahtan nasıl kurtulunur?
- Nefsimize nasıl hakim olabiliriz?
- Haram yiyen biri namaz kılabilir mi?
- İhlas tam olarak nedir; ihlas nasıl kazanılır?
- Kur'an-ı Kerim'de zikir hakkındaki ayetleri açıklar mısınız?
- İnsanın üstün yaratılmasını açıklar mısınız?
- En faziletli, en sevaplı ameller nelerdir? Sevabı en büyük beş hayırlı iş/amel nedir acaba?..
- Hristiyanlar Hz. Meryem'i ilah kabul ediyor mu?
- SAKAL
- "Allah, kulunun zannı üzerinedir." hadisini nasıl anlamalıyız?