Kur'an-ı Kerim, cennet ve kabe mi üstündür, yoksa insan mı üstündür?

Tarih: 24.01.2012 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

1. Bir kaide vardır: Bir söz mutlak söylendiğinde en mükemmeli anlaşılır. Örneğin “insan” denilince akla Peygamberimiz (asm) gelir. Bu bakımdan denilebilir ki peygamberler ve cennetlik insanlar cennetten daha üstündür.

2. İnsan kalbinin de, Kâbe'nin de mülkî-melekûtî açıdan hem maddî, hem de manevî olarak iki ayrı yapısı vardır. İnsan kalbinin kırılması -ki burada kastedilen manevî kalb-i insânîdir-, Kâbe'nin yıkılmasından –ki maddî binası kastediliyor- daha kötüdür, deniyor. Tabii Kâbe'nin maddeten harap olması –ki tarihte birkaç defa olmuştur-, onun bina edildiği yerdeki manevî yapısını, Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar uzanan nurdan koridorun bir ucu oluşunu iptal etmemiştir, yok edemez de. Nitekim insanın bedenî kalbinin durmasıyla, ruhî kalb ölmediği gibi. Kâbe'nin yıkılıp yeniden yapılması mümkündür; ne var ki kırılan bir gönlün, -onarılması mümkün olsa bile- iz bırakmaksızın tamir edilmesi beşer açısından mümkünü'l-vukû' değildir.

Kâbe'nin maddeten yıkılması, insanın manen/kalben yıkılmasından; yani küfür, şirk veya dahalete düşmesinden daha hafiftir, tamam, doğru. Peki Kâbe'nin maddeten harâbiyeti, insanın maddî/bedenî kalbinin ölmesinden de hafif midir? Burada bir mü'minin ölmesi mi, yoksa Kâbe'nin harap olması mı, hangisi tercih edilmeli şeklinde bir sual de akla gelmiyor değil. Ne var ki Kâbe'nin İslam şeâirinin en mukaddeslerinden birisi olması, ona tek başına sahip olduğu değerden milyon kat daha fazla bir kıymet ve ehemmiyet izafe ediyor; ve buna göre de uğruna milyonlarca mü'minin ölmesini haklı kılıyor.

İslamiyet mescid-i kebîrinin en son safında bulunan iman ve amel fakiri bir âmî bile en başta durup “Canım kurban olsun Kâbe'nin her bir taşına, her zerre toprağına!” diyebilecek samimiyette ise, en ön safları tutan ehl-i imanın Kâbe hürmetini tasavvur edebilmek mümkün değildir… Bu hürmetin esrârını anlatmaya Kâbe-nâmeler yetmez, yetmemiştir de. O esrara sadece bir noktadan bakınca bile diyebiliriz ki: Kâbe-i Muazzama'nın ilk insan Hz. Âdem'den kıyamete değin gördüğü ilahî misyon, Allah'ın yeryüzünde en büyük şeâiri olmasıdır ki bu umumî ve küllî kutsiyeti itibariyle Kâbe her mü'minin zaten ölümle noktalanacak olan muvakkat ömrünü uğrunda seve seve feda edebileceği yüce ve kutsal bir değer olma mevkiini dâima korumuştur, koruyacaktır ve korumaya liyakatı da vardır. Öyle ki, Münif Paşa'nın dediği gibi:

Fikretmededir heybetini Beyt-i Hüdâ'nın / Beyhûde midir titrediği kıble-nümânın…

“Şu kıbleyi gösteren pusulanın böyle titreyip durmasını boşuna mı sanıyorsunuz? Hayır onun bu hali, yöneldiği Allah evi'nin yüceliğini düşündüğü içindir…” Gönüllerin Kâbe karşısında güvercin kalbi gibi tir tir kesilmesinin başka sebebi ne olabilir ki?.. Nasıl ki Kâbe yeryüzünün süveydasıdır; gözünün karasıdır, gören noktasıdır. Aynı şekilde Kâbe Müslümanların da göz aydınlığıdır, yüz akıdır. O süveyda ki ümmetin kalbinde bir habbetü's-sevdâ olagelmiştir.

İslam dünyasının ruhundaki Hicaz'a olan o derin “âh” o sevdâyı izah, izhar ve ispat etmeye kâfidir. Fakat her şeye rağmen, -Kâbe'nin hürmeti mahfuz ve müsellem olmakla beraber- yine de imanlı bir kalb ile Kâbe arasındaki mukayesede dikkatleri çekmeye çalıştığımız nazik husus gözardı edilemiyor. Nezaketi de şuradan geliyor: Kalb de bir Kâbedir. Teşbih edatı ve benzetme vechinin zikredilmemesi hasebiyle ortaya çıkan bu teşbih-i beliğden hareketle, Kalb ile Kâbe'nin maddî ve manevî yapılarından hangisinin daha kıymetli olduğu sonucuna gitme.. veyahut teşbihlerde “kendisine benzetilen”in “benzeme cihetiyle” “benzeyen”den daha üstün olması sebebiyle neticede yanlış bir çıkarıma ulaşma gibi durumlar söz konusu olabiliyor. O sonuç da Kâbe'nin mahall-i iman olan kalbden daha üstün olması. Kanaat-i acizanemce: "Gönül bir Kâbe'dir" cümlesi, teşbih-i maklûbdur; çünkü kalb, Kâbe'den daha üstün olduğu için, ikisi arasındaki benzetmeye teşbih-i maklûb denilir, yani ters çevrilmiş teşbih; zira benzeyen, kendisine benzetilenden hakikatte daha kıymettâr.

Hatalı çıkarımlara gitmemek için mezkur kıyası veya teşbihi Kâbe-i Muazzama ile Kalb-i Bedenî arasında, Hakikat-i Kâbe ile Kalb-i Ruhî arasında yapmak daha münasip gibi görünmektedir. Bu cins uyumlu doğru kıyaslama ile, “bedenî kalbin, Kâbe'nin binasından daha kıymetli”, “ruhî kalbin de hakikat-i Kâbe'den daha ulvî” olduğu şeklinde bir istinbata gidilebilir ki, bu neticenin birincisinin doğruluğu da, ikincisinin doğruluğu da bakış açısına göre daha isabetli kabul edilebilir. Tabii vurgulanmak istenen manaya göre bunlardan birisi ağır basıyor gibi olsa da, vurgular hakikatin asliyetinde hiçbir değişiklik yapamazlar. Kökte ise bütün soruların cevapları, ruhu ve bedeniyle tastamam bir mü'min insanın, maddî binası ve manevî hakikatiyle Kâbe'den üstün olup olmadığı meselesinde yatmaktadır.

Dünyanın ve içindekilerin –ki Kâbe de onlardan biridir- insan için, ona ibadetgâh ve kıblegâh sadedinde yaratılmış olması ve onun emrine verilmiş bulunması, bu konudaki âyet-i kerimeler bize hakikat-i hale matuf çok net işaretler pırıldatmaktadır. Kaldı ki daha önce zikrettiğimiz dört hadis-i şerifte mü'minin Kâbe'den üstün kılındığı haber verilmiştir. Bu, Kur'ânî ve Nebevî beyana dayanan dört naklî delil esasen her iman sahibine teslimiyet için yeterli kat'iyettedir sanıyorum.

Nezd-i ilâhîdeki hakiki durumlarını Cenâb-ı Alîm'in ilm-i ezelîsine bırakarak, şahsen temel malumatımızın darlık ve sığlığına rağmen konuya biraz daha detaylıca yaklaşmak istersek diyebiliriz ki, Rasûl-i Ekrem'in ihbarıyla: İnsan vücudunun bizzat Hâlık-ı Sânii tarafından sûret-i Rahman üzere ahsen-i takvîm keyfiyetinde yaratılmış olması [Buhari, İsti'zan 1; Müslim, Birr, 115, Cennet 68; Tin 95/4-5]; Kâbe'nin ise -peygamber de olsa- bir insan tarafından –vesileliğiyle- inşa edilmiş bulunması.. insan mahiyetinin –cesed de dahil-, bütün esmâ-i ilâhîlere tecelligâh olabilecek kıvamında yaratılması ve kâinatın misal-i musağğarı, mikro âlem kılınışı; Kâbe'nin ise sûret-i Rahman üzere ahsen-i takvîm olarak yapılmaması ve hele –her ne kadar arzın manevî/hakiki merkezi olsa da- insanın esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyeye mahiyet-i câmiası itibariyle tecelligâh-ı küllî olması misillü üzerinde bütün ilahî isimlerin tecelli pırıltılarını taşımaması.. ayrıca Kâbe'nin, yeryüzünde Allah'ın halifesi insanın emrine verilip ibadetine bir kıble, bir mekân olarak hizmet etmesi.. bunlar ve daha bunlar gibi pekçok delillerin ispatladığı medlûl şudur: İnsanlar, bedenî yaratılışlarıyla Kâbe'den daha harika, ruhî cihetleriyle de ondan daha yücedirler.

Esasen bu neticeyi daha baştan tespit imkanı mümkün idi: Allah'ın istiva ettiği, âlem-i vücûbda bulunan Arş-ı Azam'ın, âlem-i mümkinâtın son sınırındaki Sidretü'l-Müntehâ'dan daha yüce ve yüksek olması hasebiyle, Arş-ı Azam'ın insandaki karşılığı olan kalb, -bir keşfî tespite göre- Sidretü'l-Müntehâ'nın yeryüzündeki izdüşümü olan Kâbe'den daha üstündür şeklinde bir hakikat çıkarımına da gidilebilir. Gidilebilir ama tam bu noktada âcilen ve âhiran bir şerh düşmek ve öylece sözü bağlamak uygun olur kanaatindeyim, şöyle ki:

İskender Pala'nın aktardığı gibi: “Beşerî vücud dağını geride bırakmadıktan, şehevânî ve nefsânî ilgilerden geçmedikten sonra Kâbe'nin ruhaniyetine dâhil olmak, Vuslat Kâbesi'ne erişmek zor(dur, belki de mümkün değildir. M. H.) Bu yüzden Harem de bir (nevi) Cennet kılınmıştır.” –- Mescid-i Haram'da kamil kullar, Allah ile bîkem u keyf bir vuslat yaşarlar çünkü. Kalbler, birer harem bölgesi sadedinde kutsala adandığı, zemzemden değerli gözyaşları ile yıkandığı, bütün dünyalıklardan niyeten uzaklaştığı ölçüde birer Beytu'l-Harem haline gelir. Beytu'l-Harem ne demek? Sevgili'den başkasına haram olan ev demek. Mü'minin gönlü harem-i candır, mahrem-i Canan'dır ve olmalıdır. Sevgiliye cinnet sınırında aşık olanlar “kara sevda”ya yakalanmışlardır. Sevenin kalbi aşk ateşi ile alev alev yana yana önce kıpkırmızı bir kora dönüşür, sonra alevsiz ve dumansız bir mangal kömür gibi gögüs kafesi içinde yanmaya devam eder ve zaman gelir artık geriye simsiyah kesilmiş bir kömür kalır. Buna kara sevda derler! Kâinatın Allah'a olan aşkı zamanla kara sevdaya dönüşmüş ve yeryüzünde Kâbe şeklini almıştır denebilir. Peki o büyük kâinatın bir minyatürü olan küçük kâinat insanoğlunun kalbinde ilahî aşkın sembolü bir habbetü's-sevdâ, bir süveyda meydana gelmiş midir, kâbeler inşa edilmiş midir? Bütün olay burada düğümleniyor.

Kalb, Kâbe'den üstün, sellimnâ ve âmennâ. Peki gökler ötesinin toprağın çocuğu şu insanoğluna verdiği bu yüce payeyi kim kendisinde layıkıyla onuruyla taşıyabiliyor? Esas mesele bu! Gönül kâbesi arzın Kâbe'sinden üstün, evet. Fakat kaç kişi gönül insanı olabildi? Kaç gönül insanının kalbi bir Kâbe kutsallığına yücelebildi? Olanlar oldu, olamayanlar ağlasın. Zinhar kendi kendimizi aldatmayalım. “Kalbimiz Kâbe'den bile üstünmüş” kabilinden kuru medh ü senalarla avunmaya çalışmayalım. Yaratılışta her şey mükemmeldir zaten. O kemali kendimizden bilmeyelim. Ne kadar değerlendirebildik kalbimizi; kalbimizi ve kalıbımızı, ona bakalım. Haddimizi bilip şeytanın sağdan yaklaşarak pöhpöhlemelerine kanmayalım, bu büyük bir hasaret olur. Tarihten bugüne, Kâbe hakikatinden aldığı feyiz ve nur ile İslam coğrafyasını kümbet kümbet ışıklandıran gönül erbâbı zevât-ı kiram gibi, beşeriyet dünyasını gönül yıldızları ile aydınlatan kâbe hakikatli erbâb-ı dîl misali bizler de gönül âyinemizi Güneşler Güneşi'ne döndürelim, üzerindeki sisleri-pasları temizleyelim, o güzelliğe ayna kesilelim ve en azından çevresini ışıklandıran bir löküs olamasak da, hiç olmazsa kendi gönül kâbeciğini aydınlık kılan mini bir kandil yakabilelim…

3. Kur’an'a biz “ kelamullah” demekteyiz. Kelamullah yani Allah'ın kelamı bir sıfat-ı ilahidir. Bir sıfat-ı ilahidir ve Allah'ın bizden isteklerini anlamak için tecelli etmiş bir tenezzülat-ı ilahiyedir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim insandan üstündür.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun