İslamiyetin tek doğru din olduğu kanıtlarla ve akılla anlaşıldığı halde, gayri müslimlerin başka dinlerdeki ısrarı nedendir?

Tarih: 12.01.2012 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

"Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır." (A'raf, 7/179)

Allah Teâlâ bu son âyette birçok cin ve insanı, cehennem için yarattığı­nı beyan etmektedir. Bunlar Allah'ın kâfir olacaklarını bildiği kimselerdir. Allah Teâlâ bunların, kalblerinin anlamaz, gözlerinin görmez ve kulaklarının işitmez olduklarını beyan etmektedir. Aslında bunlar, maddî olarak, anlamayan, görme­yen ve işitmeyenler değil, dünya ve âhiretlerinde kendilerine faydalı olacak şey­leri idrak etmeyen, görmeyen ve anlamayan kimselerdir. Zira bu duyu organları maddi şeylerin gerçeğini idrak etmek için bir vasıta olduğu gibi, manevî şeyle­rin bilinmesi ve hidayete erişilmesi için de birer vasıtadırlar. Bunlar sadece madde için kullananlar, âyet-i kerimenin de ifade buyurduğu gibi, insanlık mertebesine ulaşamayıp hayvanlık derecesinde kalan kimselerdir. Hatta bu yetenek­lerin gereğini yapmadıkları için, bu yeteneğe sahip olmayan hayvanlardan da aşağıdadırlar.

Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalbleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsî denilen kendi iç dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin, kitabın ve kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar. Vücud var, vicdan namına bir şeyleri yoktur. Dini, bir vehim; kitabı, bir eğlence; ilâhî kelâmı, bir musıki diye karşılarlar. İlâhî işlerle dünya işleri arasındaki inceliğin farkına varmaz, kimin kulu olduklarını, neye veya kime tapacaklarını bilmezler. Gönülleri boş heva, gözleri şekil ve resim, kulakları anlamsız sesler, müsemmasız isimler peşinde dolaşır durur. Kendilerine kalb, göz, kulak verip yaratan, yaratılıştan kendilerini rablık mîsakına taahhüt ettiren, Semî (işiten), Basîr (gören) ve eşi-benzeri olmayan Allah Teâlâ'ya türlü türlü şirkler koşarlar, gafletlerinden dolayı Allah'ı anmazlar, anarlarsa bile O'nun münezzeh şanına layık olmayan isim, sıfat ve özelliklerle anarlar.

İlk insan Hz. Adem (as) ile birlikte, din de dünyaya gelmistir. O günden bugüne dünyada dinsiz bir dönem olmamıştır. Dinsiz fertler ve topluluklar olmuştur ama, dünya hiç bir zaman bütünüyle dinsiz olmamıştır. Atamız Adem (as) ile anamız Havva'nın, cennetteki misafirlikleri sona erip de esas imtihan sahası olan dünyaya gönderildiklerinde, Hak Teala bundan sonrası için olacakları haber vererek.

"(İyi bilin ki) size benden bir hidayet geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkar edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem halkı olacaklardır ve orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 2/38-39)

buyurmuştur. Bunun manası sudur:

"Artık dünyadasınız ve gerektiği zamanlarda siz insanlara Allah’tan ne yapacağınızı bildirecek peygamberler ve kitaplar gelecektir. Bunlara uyduğunuz takdirde, korku ve üzüntü yasamazsınız. Uymazsanız âkıbetiniz ateştir."

İşte bizim "din" denince aklımıza gelen şey, ilk insandan beri varolduğuna inandığımız bu gerçektir. Fakat insanlık tarihi boyunca, sadece peygamberlerin ve kitapların ortaya koyduğu ilahi sistemlere din denmemiştir. İnsanlar tarafından uydurulan inanç ve hayat sistemleri ile Allah tarafından gönderilmiş olduğu halde insanlar tarafından bozulan ilahî sistemlere de din denmiştir. Binaenaleyh ortada "din" adı verilmiş bir çok şey bulunmaktadır. Hem sadece bugün değil, her asırda adına din denilen birçok şey olmuştur. Bunların çoğu birbirinden de tamamen farklı ve birbirine uymayan şeylerdir. Dolayısıyla ortada bir gerçek din, bir de sahte dinler bulunmaktadır. Elbette kimse yoğurdum ekşi demeyeceği için herkes kendi dininin yegane gerçek din olduğunu, diğerlerinin batıl olduğunu iddia ediyor. İddia ispat ister. Tek gerçek olduğunu iddia eden din de, kendini ispat etmelidir. Bu noktada İslâm ile yarışacak din çıkmamıştır.

İslâm, on dört asırdır, aleyhindeki onca çabaya rağmen gücünü gittikçe artırmış; taraftarlarının en zayıf olduğu çağımızda bile, batilin en çok korktuğu güç olmuştur. Eğer o, uydurma, basit bir din olsaydı, başedilmesi zor olmamalıydı. Kaldı ki o, düşmanlarına hep hodri meydan demiş ve onları aklin hakemliğine davet etmiştir. Kur'an vahyinin inmeye başladığı çağdan itibaren muhaliflerini, delilli burhanlı ispata davet etmiş, ama ilk düşmanları olan cahilî Araplar, akılla karşı koyamayacaklarını anlayıp, kılıçla karşılık vermişlerdi. Bunu yapmaya mecbur idiler. Çünkü o günkü uydurma dinlerinin aklın hakemliğine dayanacak gücü yoktu. Bugünkü dinlerin ve taraflarının bu açıdan cahîli Araplardan farkı yok. Bunlar da bir türlü baş edemedikleri İslâm’ı, potansiyel bir güç olarak, askerî paktlarının düşmanı ilan ettiler. Bu bile İslâm’ın gücünü gösteren önemli bir delildir.

Dinler arasında gerçek olan da tektir ve o, İslâm’dır.

"Allah katında (gerçek) din, İslâm’dır." (Al-i İmran, 3/19) ve

"Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki o din ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 3/85)

ayetleri bu gerçeği bildiriyor ve Âdem (a.s.)'den beri peygamberlerin Allah Teâlâ'dan getirdiği bütün bozulmamış dinlerin İslâm olduğunu ilan ediyor. Binaenaleyh Allah katında, ancak kendisinin gönderdiği dinler gerçektir. Bastan beri Allah tarafından gönderilen dinlerin hepsi özde aynı özelliklere sahiptir ve hepsinin özünde Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyet vardır. Değişmeyen bu peygamberler yoluna "İslâm" denilişinin sebebi iste bu teslimiyettir. Ama bu teslimiyet, körü körüne değildir, başlangıcı akil ve tefekkür olan, hatta alternatifler arasında titiz bir seçme olan bir teslimiyettir. Bu Hz. Muhammed (a.s.m)'i uzun bir arkadaşlıktan sonra tanıyan Hz. Ebu Bekr (ra)'in, mesela Miraç hadisesi kendisine anlatıldığında, "Bunu o söylüyorsa doğrudur." diyerek gösterdiği teslimiyettir. Teslimiyet emre âmâde olmak demektir. Allah’ın emrine âmâde olduğunuzda, O'nun vereceği her emre, dilinizle ve kalbinizle, "Başım gözüm üstüne." deyip, hemen yerine getirmeye koşarsınız; nedir, nedendir, ne ile ilgilidir diye sormazsınız.

İslâm’ın özü teslimiyet olunca, onu seçen iyi düşünmeli, iyi araştırmalı, diğer dinlerle mukayesesini iyi yapmalı ki sonra itiraz olmasın. Çünkü o, insanları zorla değil, kendi iradeleri ile kabulünü istiyor.

"Dinde zorlama yoktur. Doğru, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu inkar edip, Allah'a inanırsa, muhakkak ki kopmayan sağlam bir ipe yapışmıştır." (Bakara, 2/256)

derken, İslâm, hak ile batilin besbelli olduğunu, dolayısıyla, zorlamaya gerek olmadığını bildirir. Bu ifadede kendine güven ve kendi kıymetini ilan bulunmaktadır. Bu ayni zamanda, ancak batılın zorlamaya ihtiyacı olduğuna bir işarettir. Nasıl elinde kaliteli mal bulunan satıcı nazlı olur ve alıcıyı zorlama ihtiyacı hissetmezse ve akıllı bir alıcının, sonunda dönüp dolaşıp kendisine geleceğini bilirse, bu iddialı sözleri söylerken İslâm da ayni güven içindedir. Dolayısıyla isteyen gelir, isteyen gelmez, ama yanlış alışverişinin sonucuna da katlanmak zorundadır. Bunda akl-i selime güven vardır. Zaten din geçmiş alimlerimizce, "Akil sahibi şuurlu insanları, kendi irade ve arzuları ile, aslında iyi ve hayırlı olan şeylere yönelten Allah tarafından konmuş yoldur." seklinde tarif edilirken, bu noktalar vurgulanmaktadır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun