Cuma günü devletin selameti için dua etmek caiz mi?
- Cuma namazlarındaki imam efendinin hutbede ettiği duada veya camide edilen herhangi bir duada, devletin selameti için edilen dualara el açıp amin demeyenler var. Bu konuda ne dersiniz?
Değerli kardeşimiz,
Dârülharp; İslâm'ın siyasî otoritesinin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler. Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır.
Ö. Nasuhî Bilmen Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Darü'l-Harb'i şöyle tarif eder:
«Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'tir» (1).
İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârülharpte ikamet edenlere genel olarakharbî denir. Harbîler, dârülislâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için Müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darülislâma girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darülharpte Müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir. (2).
Darülharpte ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan Müslümanlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü; dârülislâma hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece Müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu.
Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darülharb» ve «Darülislâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:
Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «DarüIislâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayri müslimlerin ülkeleri de «Darülharb» değildir. (3).
İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darülharb» değil, «Darülislâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darülharp» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.
Hanefî mezhebinde, bir «Darülharp», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darülislâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Darülislamın, «Darülharb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi İmamı A'zam Hazretlerine, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.
İmam-ı A'zam'a göre «Darülislâm»ın «Darülharp»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Darülislâm»dır, «Darülharb» değildir.
1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darülharb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:
«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder'» (4).
Yani, bu şartın tahakkuku için bir İslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «darülharb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darülislâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyarda İslâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darülislâm »dır.»
İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse, orası yine «Darülislâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darülislâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).
2. O diyar «Darülharb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darülislâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darülharb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»
Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayri müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan'daki Müslüman köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İlâm devleti, her taraftan gayri muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darülharb» olmaz.
3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayri muslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.
Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.
Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:
«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «Darülislâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darülislâm» hükmünde devam eder." (7).
Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.
Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «Darülharb»dir.
İmameyn ise, «Darülislâm»ın «Darülharb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayri müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir İslâm beldesinin gayri müs-limlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyne göre «Darülharb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir İslâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyne göre, «Darülharb» olmaktan çıkar.
Müslüman, ister darülislâmda olsun, ister darülharbte, her halükârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.
İslâmiyetin günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse (*),
Şu halde, darülislâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayri müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayri müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.
Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, darülislâm'da da, darülharbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.
Darülharbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, darülharbte, ancak gayri müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayri müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8).
Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:
Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlanm öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darülharb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.
Kaynaklar:
(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.
(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.
(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.
(6) Bezzaziye, c. VI, s. 312.
(7) Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte küfür; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm mezarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. baskı, Cihan Yayınları, ist.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Cuma günü devletin selameti için dua etmek caiz mi?
- Dârülharp nedir; şartları nelerdir? Çeçenistan darulharp mıdır?
- DARÜ`L-HARB
- DARÜ`L-İSLAM
- CUMA NAMAZINDA DEĞİŞİK GÖRÜŞ OLARAK HANEFİ İCTİHADI
- Dâru'l-harp (dârülharp) olmanın şartları nelerdir, Türkiye dârülharp midir?
- DAR-I HARP`TE FAİZ
- Dârülharpte, fâsid alışverişler caizdir, ancak gadr etmek caiz değildir, sözü doğru mu?
- Gayri müslimlere içki ve domuz eti satışı yapmak, domuz çiftliğinde çalışmak (kasaplık gibi) caiz midir?
- Gayri müslim bir ülkede, kumar oynatılan bir restaurantta çalışmak caiz mi?