Huy değiştirmek mümkün müdür?
- Kötü (öfke, sinir gibi) huylarımızı düzeltmek için ne yapmak gerekir?
- Huyunun bir çok şeylerinden rahatsız olan biri, huyunu nasıl değiştirebilir, huy değiştirmek zor mudur?
- Kücük şeylere de çabuk öfkelenen biri için ne tavsiye edebilirsiniz, ne yapmasını önerirsiniz?
Değerli kardeşimiz,
İnsana verilen her bir his ve duygu insanı Allah’tan uzaklaştırmak için değildir; aksine insanı Allah’a yaklaştırmak ve terakki etmek içindir. Bu sırrı bilmeyenler insanın kendinde bulunan bazı his ve duygulardan kesinlikle arındırılması gerektiğini savunmaktadırlar. Halbuki böyle bir şey bazı insanlar için mümkün olmayan bir durumdur.
Fakat alimlerimizin çoğunluğu, bu his ve duyguların bizi terakki ettirmek için verildiği kanaatindedir. Bu his ve duyguların yüzünü fani ve ehemmiyetsiz şeylerden çevirip baki şeylere yönlendirmek gerekmektedir. Yani o duyguyu yok etmek değil, hayırlı şeylere yönlendirmek gerekir.
Mesela geleceği düşünmek hissi herkeste var. Bir insan bununla isterse sadece dünya hayatını düşünebilir ve sadece ona çalışabilir. Fakat bu his ve duygu sadece bunun için verilmemiştir. Öyleyse bu hissi başka değerli bir şeye yönlendirmesi gerekir. Bu da sonsuz geleceğimiz olan ahireti düşünmek tarzında olmalıdır. Böylece Cenab-ı Hakkın sevgili bir kulu olmaya yönelir.
Mesela insanda inat duygusu da var. Bu hissi dünya işlerine sarf ettiği zaman ehemmiyetsiz şeylere de inat eder. Ve günah da kazanır. Fakat insan bu hissini, Allah’ın istediği şekilde kullansa, o zaman ibadete inkılap etmiş olur. Şöyle ki, bu his ile bir Müslüman diyecek:
“Ben inat ettim sabah namazını kaçırmayacağım, inat ettim hiçbir mü’mine kızmayacağım, inat ettim her gün şu kadar namaz v.s ibadet edeceğim..."
Böylece kendisine verilen inat duygusunu hayırlı işlere çevirip ibadet haline getirebilir.
Ayrıca hırsın da böyle iki mertebesi var. Biri insanı günaha sevk eder, diğeri ubudiyete. Günah olan tarafı Allah hoş görmediği gibi, iyiye kullanılsa hoş karşılanır. Mesela bir insan hırs edip devamlı mal, mülk kazanmaya çalışsa ve neticede zekat vermez ise, bu his insanı helakete götürür. Veya insan kendine hedef tayin ettiği herhangi bir makamı elde etmek için, her türlü kılığa girmekten sıkılmıyor ve mukaddesatını feda edecek şekilde hırs gösteriyorsa, taşıdığı bu hırs duygusunu yanlış yerde kullanmış olur. Allah da bu hissi taşıyanı lanetler. Fakat insan bu hırs damarını “insanların imanlarını nasıl kurtarırım, insanlara nasıl faydalı olabilirim, ahiretteki makamımı nasıl artırırım ve Allah’ın rızasını nasıl kazanırım” diye kullansa, herhalde hırs damarı tüm hissiyatlar içerisinde sultan olur.
İşte insan kendinde bulunan bütün his ve duyguları hayırlı şeylere yönlendirebilir.
Bunun gibi sinirlenme duygusu, Allah’ın düşmanlarına ve zalimlere sinirlenmek için verilmiştir. Bu noktadan Müslümanlara sinirlenmek ve onlara kin beslemek caiz değildir. Sinir duygumuzu yerinde kullanmaya çalışacağız.
Sinirlendiğimiz zaman ne yapmalıyız?
1. Bildiğiniz gibi önce hastalığın önüne geçmek daha önemlidir. Yani koruyucu hekimlik gibi, manevi hastalıklarımıza karşı da önceden tedbir almak gerekiyor.
2. Böyle bir durumda hemen abdest almak ve mümükünse iki rekat namaz kılmak. En azından bulunduğumuz konumu değiştirmek. Ayakta isek oturmak, oturuyorsak uzanmak gibi.
3. Eğer namaz kılma imkanı yoksa Kur'an-ı Kerim okumak. Yüzünden okuma fırsatınız yoksa bildiğiniz sureleri ezberden okumak. Örneğin, Nas, Felak, İhlas, Fatiha, Ayet el-Kürsi gibi.
4. Ölümü düşünmek. Çünkü ölüm bize dünyaya gelişimizi ve en önemli vazifemizin Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu hatırlatır.
5. Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle nazarımıza sunulmuş:
“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (bk. Bediüzzaman, Sünuhat)
“Ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi manasına geliyor. Gözün vazediliş, yani yaratılış gayesi görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz.
Her duygusunu ve hissini rıza dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.
Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır.
Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin nazarları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fani dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.
Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder.
Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder.
“Allah’tan havf eden (korkan) başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur...” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal)
Her hayır gibi, kalp huzuru da O’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.
Ve bir reçete:
“Hem (Kur’an) mü’mine der: İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (Sözler , Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)
Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?
Asrımızda, küfür ve inkârın cemiyetin manevî bünyesini tahrip etmesi, bir çok soru, hurafe ve safsataların insan zihninde yer etmesi, bu hidayet güneşi olan Peygamberin (asm) feyzinden yeterli ölçüde istifade edilememesindendir. Hatta bu günkü ileri seviyesine rağmen, fen ve teknolojinin fert ve cemiyet hayatında huzuru temin edememesi, sosyal hayattan şefkat, merhamet, muhabbet ve adalet gibi önemli esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebep olması, peygamberlik okulunun kapısını çalamamaktan kaynaklanmaktadır.
Evet, ulvî bir hayata aday, sonsuz bir mutluluğa âşık olan insan için, bu eksik ve sınırlı olan akıl, yeterli ve yetkin bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Gerçeği bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere bağlı olması ile mümkündür.
Her şeyi kuşatan ve sınırsız olan ilâhî hakikatlerin insanlara öğretilebilmesi için peygamber gönderilmesi zorunludur. Bu gerçeğe bağlı olarak Allah, insanlara, peygamber göndermiştir. Tâ ki hak ile batılı, doğru ile yanlışı, gerçek ile hurafeyi ayırtabilsinler.
Evet peygamberler, insanlara Allah’ın birliğini bildirmişler, kendilerine tabi olanları Allah’ı tanıma yolunda ilerletmişler ve onları Allah’a ortak koşmaktan yanlış inanışlardan kurtarmışlardır.
O nuranî zatlar, Allah’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel bir ayna olmuşlardır. Allah’ı hakkıyla sevip ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kâinatın ifade ettiği gizli anlamları sezinleyerek ümmetlerine bildirmişlerdir. Bütün insanlığın yaratıldığı günden itibaren en büyük problemi olan "Necisin, nereden geliyor ve nereye gidiyorsun?" sorularına akla yakın, ikna edici cevaplar vermişlerdir.
Evet Allah, peygamberleri en ulvi bir özelliğe sahip olarak yaratmış, onların duygu ve kabiliyetlerini en güzel şekilde kendisi terbiye etmiş, onları tüm insanlığa yol gösterici ve öğretici olarak göndermiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Fıtrat hakkında bilgi verir misiniz? "Fıtrata uygun hareket etmek” (Rum, 30/30) ne demektir?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Ayette geçen, "Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar…" ifadesi ne demektir?
- İnsanın yaradılıştan gelen özellikleri nelerdir ve bu özellikleri asıl kullanması gerekir? Mesela Kur'an'da, insan çok cahil ve zalim deniyor ve unutkan olduğundan bahsediyor...
- "Dağın yerinden oynadığını duyarsanız inanın, fakat bir kişinin huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın. Çünkü o yine fıtratındaki şeye döner." anlamına gelen söz hadis midir, hadis ise nasıl anlamak gerekir?
- Hayattan zevk alamıyorum, beni yaşama bağlayan hiçbir şey yok. Çok mutsuzum ve huzursuzum, nedeni nedir? Bana ne tavsiye edersiniz?
- Bir şeyi çok sevmen seni kör ve sağır eder sözü hadisi midir?
- Kendini boşlukta hisseden bir kimse ne yapmalıdır?
- İbadetlerimi yapamıyorum, eskisi gibi huzurlu değilim, ne yapmalıyım?
- Öfke kötü ise Allah neden bize bunu verdi?
- İnsan, kendisini mahlûkatına benzemeyen Rabbiyle kıyaslarken, nasıl bir hatanın içine düşmektedir?
- Nefisle mücadele etmek için ne yapmalıyız?