Daha çok sevap kazanma hırsı nefisten gelmiyor mu, neden fazla ibadet edip daha çok sevap kazanmaya çalışıyoruz?
- Baraj elli puan olsun. Elli puan da alsak cennete gireceğiz, yüz puan alsak da.
- Neden daha çok msevap kazanmaya çalışalım, neden daha fazlasını isteyelim?
- Bu nefsani bir istek olmaz mı?
- Bu durum daha çok para kazanıp zengin olma hırsı gibi nefsani orijinli değil mi?
- Değilse açıklaması nedir?
Değerli kardeşimiz,
Baraj elli puan değil, Allah'ın rızasıdır. İbadetler çok sevap kazanmak, cennette çok mertebe kat etmek için değil, Allah'ın rızasını kazanmak için yapılır. Cenneti kazanmak için yapılan bir ibadet ihlassız yapılmış olur. İbadetlerden maksat Allah'ın rızasını kazanmak olmalıdır. Başka maksatlar ibadete illet olamaz. Sevaplar ise insanları teşvik içindir.
Bu konuda şeytanın vesvesesine de kanmamak gerek. Şeytan bu yolla insanı ibadetten vazgeçirmeye çalışır. Halbuki ibadetlerin yalnızca Allah rızası için yapılacağını, cennet dahi ibadetin gayesi olmadığını anlayan bir insana, şeytan bu yolla vesvese veremeyecektir.
Bu dünyada insanlara verilen nimetler Allah'ın birer lütfu olduğu gibi, ahiretteki nimetler de Allah'ın birer lütfu ve ihsanıdır. İnsanlar o nimetlere yaptığı ibadetlerle ulaşamayacaktır, bu dünyadaki nimetlere ibadetle ulaşamadığı gibi.
İbadetler sırf Allah emrettiği için yapılmaktadır/yapılmalıdır. Cennet nimetleri de dahil, ibadetlere bir şeyler maksad edilirse, ibadetteki ihlas zedelenir, ibadetin en mükemmeline ulaşılmış olmaz.
Cennetin anahtarı imandır. Oradaki makam ve dereceleri belirleyen ise ibadetler ve haramlardan sakınmaktır. Ancak bir Müslüman ne kadar ibadet ederse etsin, yine de cenneti kazanmaya yetmez. Çünkü yaptığımız ibadetler bu dünyada bize verilen nimetlere teşekkür anlamındadır. Hatta onlara bile yetmez. Bu nedenle cennet Allah'ın bir ikramı olacaktır. Müslümanlar Onun sözünü dinlemekle Onu razı etmiş olacaklarından, Allah da ennetini ikram edecektir. Yoksa ibadetlerimizle cenneti kazanamayız. Ayrıca ibadet etmemekle Allah'ın emrini tutmayıp günaha girmiş olunacağından bu da cehennem azabını gerektirir.
İbadetlerdeki sevap derecesi ise, o ibadetten Allah'ın razı olmasının ölçüsüdür. Allah kullarından namazı cemaatle kılmasından daha çok razı olmaktadır. İşte Rabbimizin bu rızasını gözetip namazı cemaatle kılan kul daha çok sevap kazanmış olacaktır.
Cehennem adalet-i ilahi, zennet ise ihsan-ı ilahidir.
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir.
Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey onundur, onun mülküdür.
Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan cennettir.
Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür:
Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.
Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.
Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayıp ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz:
Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.
Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.
Gerçekten de canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.
İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.
Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Mesela gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.
İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.
İnsan bilerek veya bilmeyerek, yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Cennet ibadetle mi kazanılır; şayet cennet sevaplarla kazanılmayacak ise neden sevaplarla ibadetlere teşvik var?
- Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, neden tanınmak bilinmek gibi bir ihtiyaç duymuştur?
- Allah insana muhtaç olmadığı halde, insanı niçin yaratmıştır?
- Allah insanları, melekleri, cinleri ve şeytanları niçin yarattı?
- En hayırlı amel ve en hayırlı kişi diye hadislerde belirtilen birçok farklı amel var, bunu nasıl anlamalıyız?
- "Allah affeder!.." deyip ibadet etmemek ne kadar doğru?
- İhlas tam olarak nedir; ihlas nasıl kazanılır?
- Allah rızası için yapılan ibadetle cenneti kazanmak veya azabtan kurtulmak amacıyla yapılan ibadet arasında fark var mı?
- "Beş yüz sene ibadet eden adam ameliyle cennete girmek istiyor, ancak başaramıyor." anlamında bir hadis var mıdır?
- İbadetlerde yalnızca Allah rızasını nasıl gözetiriz?
Yorumlar
Kalın yazilmis ilk cümlede anlaşılıyor sorunun cevabi.Allah razi olsun...