Kuran’ı neden bir bütün olarak değerlendirmeliyiz, Kuran-Sünnet bütünlüğü de var mı?

Kuran’ı neden bir bütün olarak değerlendirmeliyiz, Kuran-Sünnet bütünlüğü de var mı?
Tarih: 30.04.2021 - 12:26 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bazı kimseler, Kuran’ın bir bütün olarak değerlendirmek gerektiğini söylüyor. Konuyu örneklerle açıklarsanız memnun olurum. Bu durumda sadece Kuran’ı bir bütün olarak almak yeterli olur mu?
- Ayrıca Kuran-Sünnet bütünlüğü de var mı?
- Bu durumda Kuran ve Sünnet bütünlüğü nasıl olmalı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur'an’ın bütünlüğü veya Kur'an-Sünnet bütünlüğü ifadelerinden kastedilen şey, Kur’an ayetlerinin ilgili başka Kur'an ayetleri veya hadisler ışığında ele alınıp değerlendirilmesidir.

Kur'an tefsirinde ilk iş olarak yine Kur'an’a başvurmamızın nedeni Kur'an’ın kendi kendini tefsir eden, yani açıklayan bir kitap oluşudur. Bu yüzden müfessirler, her ne zaman kendilerini, anlamı kapalı bir ayet bulup da bu ayette sözü edilen şeyin başka bir ayette veya ayetlerde açıklandığını görseler hep, “Kur'an’ın bazısı bazısını tefsir eder.” sözünü tekrar ederler.

Kur'an’ın kendi kendini tefsir eden bir kitap oluşu, anlatım metodu ve konuları ele alış tarzı ile ilgilidir. Kur'an-ı Kerîm'in konuları ele alış tarzı, alıştığımız ve insanların kitaplarında gördüğümüz tarzlardan farklıdır. Kur'an, bölümleri, bölümlerinin bünyesinde ana başlıkları ve alt başlıkları olan bir kitap değildir.

"Genellikle okuduğumuz kitaplarda bilgiler, fikirler ve mantıkî deliller, telif metodu ile insicamlı bir şekilde belli bir konunun etrafında döner. Fakat Kur'an'ın tertibi, tamamen alışılmışın dışında bir görünüm arz eder.” (Halis Albayrak, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine, s. 20)

Kur'an-ı Kerîm, bugün elimizdeki haliyle altı yüz küsur sahifelik bir kitap ve bu kitap, her birine “sure” dediğimiz kimi kısa, kimi orta, kimi uzun 114 bölüme ayrılmış bulunmaktadır.

Kur'an-ı Kerîm bütün bu bölümlerinde, Allah, insan, tevhid, uluhiyet, nübüvvet, ubudiyet, inanç, dünya hayatı ve ahiret hayatı gibi temel konulara ve bunlara bağlı olarak hükümler, ahlak, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin kıssaları gibi ikinci derece konulara temas etmekte ve bunları Allah-âlem, Allah-insan, insan-insan ve insan-âlem arasındaki alakalar çerçevesinde işlemektedir.

Kur'an, bu konuları kendine has bir bütünlük içinde ele almasına rağmen, insanların kitaplarında olduğu gibi, bir giriş-gelişme-sonuç tarzında hareket etmez. Her bir konuyu tek başına bir bölümde ele alıp anlatmak yerine, bütün konuları mucizevi bir şekilde iç içe geçirerek anlatır. Kur'an'da konular, o kadar iç içedir ki, bunları çoğu zaman birbirlerinden koparmak ve ayırmak mümkün olmaz.

Kur'an-ı Kerîm’de, bir konunun bir kısmı bir surede yer alıyorsa, diğer surelerde konunun diğer kısımları yer almakta ve bunların tamamı bir araya getirildiğinde konu bütünüyle ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla Kur'an kendi iç bütünlüğü içinde konularını döne döne anlatırken, bir yerde kısa temas ettiği bir konuyu, bir başka yerde -yerine göre- uzunca anlatırken, yahut konunun bir başka yönüne işaret ederken aynı zamanda öncekini de bir bakıma açıklamış-tefsir etmiş olmaktadır.

Örneğin Hz. Musa’nın kıssası Kur'an’ın birkaç suresinde anlatılır. Fakat bunlar kıssanın birebir aynı yönlerini ele almaz, birbirini tamamlayan değişik yönleri konu edinir. Bunların hepsini bir araya getirdiğinizde kıssanın bütününe ulaşırsınız.

“Kur'an'ın bu üslubunun, okuyucuyu bıktırmayan, onu pasifize etmeyip aksine idrakini açan, derinliğine düşündüren, fikrine canlılık kazandıran bir nitelikte olduğunu ifade etmek gerekir.” (Albayrak, s. 21)

Kur'an parçalarının, Kur'an bütünlüğü içinde, birbiriyle bağlantılı bir yapı oluşturduğu gözlenir. Dolayısıyla Kur'an'ın parçaları, yerine göre birbirlerini tamamlayan, yerine göre birbirlerini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Çünkü bir yerde kapalı olan ifade, başka bir yerde açık, bir yerde kısa ve özlü olarak verilen fikir, diğer tarafta detaylı, bir yerde mutlak olan, başka bir yerde kayıtlanmış, bir yerde genel ifadeli bir husus, diğer yerde tahsis edilmiş/sınırlandırılmış şekliyle geçebilir.

Kur'an hakkında yeterli bilgisi olmayan ve onun bu özel yapısını gereği gibi kavrayamamış bir okuyucu, bazı ayetler arasında çelişki olduğunu sanabilir. Dolayısıyla bu zannı, onu ilahî kitabın kendi içinde tutarsız olduğu şeklinde yanlış bir fikre götürebilir.

Halbuki أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيرًا  "Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birçok çelişki bulurlardı.” (Nisa, 4/82) ayetinin  ifade ettiği gibi, Kur'an, tutarsızlıklardan, çelişkilerden uzak; hem lafız hem anlam yönünden birbirini doğrulayan ve birbirini destekleyen ifadeleri bünyesinde barındıran bir kitaptır.

Tek tek ele alındığında birbiriyle çelişiyor gibi görünen iki cümle, Kur'an bütünlüğü içinde incelendiğinde, aksine birbirini tamamlar. Ayrı iken mantıken tutarsız görünmelerine rağmen, bu iki cümle birlikte bulunduğunda konu daha açık hale gelmektedir.

İlmi eserlerde bir konu başlığı açılır ve o başlık altında konuyla ilgili detaylara yer verilir. Çünkü bu eserlerde amaç, okuyucuyu o konuda bilgilendirmektir. Fakat Kur'an-ı Kerîm böyle bir yol izlememekte; konunun her bir ayrıntısı farklı surede yer almaktadır. Bu sebeple bir surede birçok konu yer alabilmektedir. Gerçi her bir surenin genel ağırlıklı bir konusu vardır ama bu, alışageldiğimiz konular türünden değildir.

Kur'an’ın konuları ele alış tarzı elde mevcut diğer bazı mukaddes kitapların tarzına da benzemez. Bundan başka Kur'an'ın düzeninde, ayetlerin iniş sırası hiç göz önüne alınmamıştır. Bu sebeple, mekkî ayetler bazen medenî ayetlerin içine girip onların arasına yerleşmiş, yine bazı medenî ayetler de mekkî ayetlerin içine girip onların arasına yerleşmiştir.

Sonuç olarak Kur'an-ı Kerîm’de bildiğimiz ve alıştığımız konu anlatım planlarından tamamen farklı bir düzen takip edilmiştir. Onda pek çok konuya temas edilmiş; fakat bir surede bir konu toplu olarak anlatılmamıştır. Bu nedenle bir konu, Kur'an-ı Kerîm’in belli bir yerinde tam olarak bulunamaz. Nitekim, bir şer'î hüküm birçok yerde geçmekte, bir inanç prensibine birçok defa temas edilmekte ve bir kıssanın çeşitli sahneleri birçok yere dağıtılmış bulunmaktadır.

İşte bu yüzden, tek bir surede çeşitli konulara ait ayetler peşpeşe gelir. Benzer konulara ait ayetler başka surelerde de görülür. Fakat, aynı konu ile ilgili olanlar bir araya getirildiği takdirde bunlar bir bütün oluşturur ve konu hakkındaki ana fikir, Kur'an’daki bu çeşitli yerlerin bulunup incelenmesi ile tamamlanmış olur.

Dolayısıyla bir müfessir bir konu üzerinde özel olarak durduğunda, doğru bir görüşe ve gerçek anlama ulaşabilmek için Kur'an'daki diğer ayetleri de tarayıp, o konuyla ilgili bütün ayetleri çıkarmalı, nüzul, yani iniş sıralarını, birbirleri ile olan alakalarını ve karşılıklı ilişkilerini tespit etmeli ve hepsini göz önünde bulundurarak ayetlerin tefsirine girişmelidir. İşte bu şekilde yapılan bir tefsir, manaya varmak için daha doğru bir yol ve onun tespiti için de daha sağlam bir usuldür.

Meselâ, Bakara Suresi’ni inceleyen bir kimse, müminlerden ve onların hallerinden söz edildiğini görür, fakat bu kimse, 18. cüzde Müminun suresinin ilk ayetleriyle Bakara Suresindeki bu ayetleri bir araya getirmeden müminlerin özellikleri konusunda tam ve doğru bir anlayışa sahip olamaz. Yine aynı şekilde, bu kimse, Bakara Suresi'nde münafıklar ve hallerinden bahseden ayetleri, 28. cüzde geçen Münafikun suresindekilerle beraber değerlendirmeden tam olarak anlayamaz. Bakara Suresi'ndeki Hz. Âdem kıssası da ancak, Araf, Hicr, Kehf gibi surelerde geçenlerle birlikte tefsir edilebilir.

Hz. Peygamber (asm) Efendimiz bu tür tefsirin ilk örneklerini vermiş ve bu örnekleriyle, Kur'an'ı, yine Kur'an'la anlamanın gereğine işaret etmiştir. 

İşte bu yüzden Kur'an’ın Kur'an'la tefsiri, başka bir ifadeyle Kur'an'ın kendi bütünlüğü içinde anlaşılması gerçeği, İslam'ın başlangıcından beri bilinen ve yeri geldikçe âlimlerce önemi vurgulanan bir husus olmuştur.

İslam alimleri anlamları kapalı olan ayetlerin izahı hususunda en iyi ve en sağlam yolun yine Kur'an olduğunda ittifak halindedirler. Mesela Maide Suresi’nin l. ayetinde "... Haram kılınanlar müstesna olmak üzere davarlar size helal kılınmıştır..." denilmekte, haram kılınan hayvanlar bize bildirilmemektedir. Fakat aynı surenin 3. ayeti ise "kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının adı ile kesilen, boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya sürüklenerek ölen, canavar tarafından parçalanan hayvanlar haram edilmiştir" demekle haram kılınanları açıklamaktadır. Böylece üçüncü ayet, birinci ayetin hem bir tamamlayıcısı hem de bir tefsiri olmaktadır.

Kur'an’ın Kendini Tefsir Şekilleri

Kur'an ayetlerinin kendi kendini tefsir edişinde de çeşitli şekiller bulunmaktadır.

1. İstisna etme yoluyla açıklama

Kur'an, bazen herhangi bir konuda bir yandan kesin ve genel bir ifade kullanırken, diğer yandan da aynı konuya yönelik istisnaî durumlara yer verir. Genel bir ifadeyi istisna yoluyla kayıtlamaya örnek olabilecek birçok ayet vardır. Burada "şefaat" ile ilgili istisnaî kayıtlamayı örnek vermek istiyoruz.

Kur'an'ın, şefaat konusundaki ifadelerine baktığımızda, onun, öncelikle, kendilerine fayda veya zarar verme gücüne sahip olmayan putları ve sahte tanrıları Allah katında şefaatçi olarak gören putperestlerin anlayışlarının temelsizliğini ve Allah'ın onların ortak koştukları o şeylerden uzak olduğu inancını yerleştirmek istediğini görürüz. Öte yandan, çeşitli ayetlerde kıyamet günü şefaatin kabul edilmeyeceği ve kimseye bir fayda vermeyeceği genel bir ifade ile dile getirilmektedir. Kur'an aslında insan için kendi çalışması ile elde ettiğinden başka bir şeyi olmadığını, işlediği en küçük şerrin bile ahirette insanın karşısına çıkacağını anlatır.

Ancak bu genel prensibin yanında, mesela Bakara 255. ayette “Ancak Allah’ın izin vermesi müstesna” buyurarak, ilahi izne sahip olanların şefaat edebileceğini ifade eder.

İşte bu gibi ayetlere dayanarak, Allah'ın izni olursa şefaatin gerçekleşebileceğini, söz konusu mutlak hükme bir istisna olarak söylemek mümkündür. Kur'an'daki bu tür istisnaların hep aynı fonksiyonu gördüklerini hemen her seviyeden okuyucu anlayabilir.

2. Mutlak ifadeleri kayıtlama yoluyla

Kur'an, belli bazı konuları işlerken, bir surede mutlak, yani kayıtsız-şartsız genel ifadelerle ele alır, başka bir surede veya aynı surede başka bir ayette kayıtlayarak, bazı kayıt ve şartlara bağlayarak ifade eder.

Bu mutlak ayetleri, aynı konudaki mukayyet, yani kayıtlı ayetleri dikkate almadan anlamaya kalkarsak yanılırız. Çünkü bazen söz konusu kayıtlar, yalnızca ifadenin daha açık ve net hale gelmesini sağlarken, bazen da yanlış ve çelişkili anlayış ve yorumlara engel olur.

Kur'an, bazı mutlak, yani kayıtsız-şartsız genel ifadelerini değişik yerlerde bir sebebe bağlayarak kayıtlar. Bu gibi durumlarda sebebin zikredilmediği o genel ayeti, ilgili diğer ayetleri dikkate almadan, tek başına ele almak, kişiyi Kur'an'ın ruhuna ters düşen sonuçlara götürebilir.

Mesela “Kan, leş, domuz eti size haram kılındı...” (Maide, 5/3) ayetindeki “kan” kelimesi mutlak, yani genel bir ifadedir, bunun anlam alanına her türlü kan girer. Fakat aynı konuda Enam Suresi 145. ayette “akan-dökülen kan”ın haram olduğu ifade edilmektedir.

Dolayısıyla bu ayet, kanın haramlığını, hayvanın kesilip, kanının dökülmüş olma şartına bağlamaktadır.

3. Umumi ifadeleri tahsis etme yoluyla

Kur'an'da çok sık rastlanan durumlardan biri de bir surede geçen umumi, yani genel anlamlı kelime ve cümlelerin, yine Kur'an’ın diğer bir yerinde tahsis edilmesi, yani sınırlandırılmasıdır. Bu husus, elbette Kur'an'ın ifade özelliğinin bir sonucudur. Kur'an, hiçbir zaman muhatabını kolaycılığa sevk etmemektedir. Bu yüzden okuyucuyu, bazen farklı ifade tarzları ile kabiliyet ve kavrayışının sınırlarını zorlayabilecek ölçüde derin bir düşünceye sevk eder. (Albayrak, s. 102)

Mesela Enbiya Suresi'nin 74. ayetinde “Lut'a da hüküm ve ilim verdik. Onu 'habais' işleyen o şehirden kurtardık.” buyuruluyor. Bu ayetteki “habais” kelimesi, kötü, bayağı işler anlamına gelmektedir. Bu ayette Lut kavminin genel olarak kötü ve çirkin işler yaptıklarından söz edilmekte, fakat o işlerin neler olduğu konusunda açıklama yapılmamaktadır. Çünkü “habais” kelimesi genel anlamlı olup, kapsadığı şeyler son derece çeşitlidir.

Ama Kur'an, bu kötü fiillerin neler olduğu hususuna diğer surelerdeki ayetlerde açıklık getirmektedir. O ayetlere baktığımız zaman “habais” kelimesi ile kastedilenin, bunların kadınları bırakıp erkeklerle temasta bulunmaları, yol kesmeleri, peygamberi yalanlamaları ve onu yurdundan çıkarma tehdidinde bulunmaları gibi fena işler olduğunu anlamaktayız.

4. Müphem bir ifadeyi açıklayarak

“Mübhem”, anlamı kapalı olan demektir. Fakat bir tefsir usulü tabiri olarak bununla, özel isimler yerine kullanılan “zamirler, ism-i işaretler, ism-i mevsuller ve sıfatlar” kastedilir.

Kur'an-ı Kerim öncelikle mesajını iletmeyi gaye edinmiştir. İşte bu tür hikmetlere binaen özellikle geçmiş peygamberler ve kavimlerden söz ederken zaman zaman özel isimler yerine, “müphem” lafızlar kullanmıştır.

Mesela Enbiya suresi 91. ayetinde Allah Teala ism-i mevsul ile bir mucize kılınan “namusunu koruyan bir kadın”dan söz eder. Tahrim Suresi 12. ayette bu kadının adının İmran Kızı Meryem olduğunu açıklar.

5. Garip kelimelerin anlamını açıklayarak

Kur'an Arapça’dır. İndiği dönemdeki ilk muhatapları olan Araplar onu genel olarak kolayca, açık ve net bir şekilde anlamışlardır. Fakat zaman zaman o ilk muhataplarının çokça kullanmadıkları, bazen da bilemedikleri kelimeleri kullanmıştır. Hatta bazen kelimenin en yaygın bir şekilde bilinen ve kullanılan anlamı yerine nadiren kastedilen anlamlarda kullanıldığını görmek mümkündür. İşte böyle herkesin bilemediği o dönemin Arap dilinde çok az kullanılan bu kelimelere “garib” kelimeler denir.

Kur'an bezen kullandığı bu kelimelerin, hemen peşi sıra anlamını da verir. Mesela Mearic Suresi 19. ayette insanın “helu’” olarak yaratıldığı ifade edilir. Bu “garib” bir kelimedir. Hemen peşi sıra gelen ayetlerde “yani ona bir kötülük dokunduğu zaman mızıkçılık eder, şikâyet edip durur; fakat bir iyilik dokunduğunda, eline bir iyilik geçtiğinde de kıskançlık eder, (ondan kimseye koklatmaz.)buyrularak, o kelimenin bu anlamda olduğu anlatılır.

Kur'an’ın Sünnet ile Tefsiri

a. Hz. Peygamber’in / sünnet’in yeri-sırası-rolü

Kur'an-ı Kerîm’de وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ  “Sana da bu Kur'an’ı indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıklayasın. Onlar da belki düşünürler.” (Nahl, 16/44) ve وَمَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ إِلاَّ لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ “Biz sana bu Kitabı ancak onların ihtilaf ettikleri şeyi açıklaman için ve mümin olan bir topluluğa hidayet ve merhamet olsun diye indirdik.” (Nahl, 64/64) buyurulmuştur.

Bu ayetler Hz. Peygamber Efendimizin (asm) bir görevinin de Kur'an’ı açıklamak olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Kur'an'ın tefsirinde ilk yetkili müfessiri Allah Resulüdür ve tefsir Hz. Peygamber (asm) ile başlamıştır.

İlk muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur'an'ı genel hatlarıyla anlayabiliyorlarsa da bir kısım kapalı ifadelerini ve bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı. İşte bu yüzden Kur'an'ın indiği dönemde yaşayan bu insanların hem anlamadıkları ayetlerin manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı fıkhî hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek bir rehbere ihtiyaçları vardı.

İşte bütün bu hususlarda ashabın tek başvuru kaynağı Hz. Peygamber Efendimiz (asm) hayatta olduğu müddetçe, onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu. Bu yüzden o gün bugün hep sünnete ihtiyaç duyulmuştur.

Nitekim Peygamberimiz bir hadisinde, "Bana Kur'an-ı Kerîm ve onun bir misli daha (yani “sünnet”) verilmiştir. Karnı tok bir hâlde, rahat koltuğunda oturarak, 'Şu Kur'an'a sarılınız; onda helâl olarak ne görmüşseniz onu helal kabul ediniz, neyi de haram görmüşseniz onu haram biliniz, (yani, Kur'an dışında bir şeye bakmayınız.)' diyecek bazı kimseler gelecek." buyurmaktadır.

Şu rivayet bunun ne demek olduğunu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: “İmran İbn Husayn'ın (ö. 52/672) bulunduğu bir mecliste, adamın biri: "Kur'an'da olandan başkasından bahsetmeyin!" deyince İmran: "Sen ahmak bir adamsın! Öğle namazının dört rekât olduğunu, öğle namazında imamın Fatiha ve zamm-ı sureleri açıktan okumayacağını Kitabullah'ta gördün mü?" dedi. Sonra namazı ve zekatı ve benzeri hükümleri sıraladı ve ilave etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında detaylı olarak açık buluyor musun? Kitabullah bunları müphem, yani kapalı bırakmıştır. Sünnet de o kapalı kısımları tefsir etmiştir." (İbn Abdi'1-Berr, II, 234; Şatıbî, IV,19)

Bu anlamda İbn Kuteybe "Sünnet, Kitabı açıklayıcıdır. Kitaptan Allah'ın murat ettiğini bildirir." (İbn Kuteybe,  s. 199) derken, Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855) de, "Sünnet Kitabı tefsir eder ve açıklar." (İbn Abdi'1-Berr, II, 234; Şatıbî, IV, 19) der.

Alimlerden kimi, Hz. Peygamber (asm)’in, Kur'an’ın tümünü lafız ve manasıyla açıkladığını, kimi de Kur'an’ın pek azını açıkladığını, çünkü çok az sayıdaki ayette tefsire ihtiyaç duyulduğunu söylemişlerdir. Elimizde bulunan tefsir ve hadis kitaplarında bu konuyla ilgili rivayetler de Hz. Peygamber'in Kur'an’ın tümünü değil, ama birçok ayetini tefsir ettiğini gösteriyor.

Allah Resulü (asm), Kur'an'ın mesajını ilk önce hayata geçiren ve ashabına da bunu bizzat gösteren model bir insandı. Yani Hz. Peygamber yaşayan bir Kur'an'dı. Bu yüzden diyebiliriz ki, Hz. Peygamberin bize kısmen sözlü; kısmen de fiilî olarak bütün bir Kur'an tefsiri bırakmıştır.

Ehl-i Sünnet alimleri Hz. Peygamber (asm) Efendimizin sahih olan hadislerindeki açıklamalarının, mutlaka dikkate alınması gereken bağlayıcı unsurlar olduğunu kabul etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in (asm) hadislerine başvurmadan, Kur'an'ı, Allah'ın maksadına uygun bir tarzda anlamanın imkansız olduğunda şüphe yoktur.

İbadetlerin nasıl yapılacağı, sosyal münasebetlerle ilgili Kur'an'ın öngördüğü düzenlemelerin nasıl gerçekleştirileceği gibi konularda Peygamber (asm)'in açıklamaları bağlayıcıdır. Çünkü Kur'an'ın, bu tür konulardaki ifadeleri, çoğu zaman genel veya “mücmel”dir, yani ne kastedildiği ifadeden tam anlaşılamayan, açıklamaya ihtiyaç duyulan ayetlerdir.

Mesela, hırsızlık yapanlar hakkında Kur'an'da, "Hırsız erkek ve hırsız kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesiniz." (Mâide, 5/38) buyurulurken, “hırsızlık” umumî, yani genel bir ifade olarak zikredilmiştir. Fakat Peygamber Efendimiz "Ancak çeyrek dinar veya daha fazla miktar çalanın eli kesilir." (Tirmizî, Hudud,16, IV, 50; İbn Mâce, Hudud, 22) demekle, çalınan eşyaya, o zamanın geçim şartlarına göre bir sınır koymuş ve elin kesilebilmesi için, bu şartın göz önüne alınmasının gereğini belirtmiştir. Artık biri çıkıp da “Kur'an, "Hırsızlık edenin elini kesin" dediğine göre, hiçbir şarta bakılmaksızın, kim ne şekilde ne kadar miktarda bir şey çalarsa onun eli kesilmelidir” tarzında yeni bir hüküm ortaya koyamaz. Peygamber Efendimiz (asm)'in bu tür açıklamaları, ayetlerdeki ifadelerin tam olarak ne anlama geldiğini ortaya koyduğu için, kesindirler / bağlayıcıdırlar, o anlamın dışında başka bir şekilde tefsir edilemezler.

b. Hz. Peygamber nasıl veya hangi şekillerde tefsir yapardı?

Hz. Peygamber Efendimizin (asm) bir ayeti tefsire yönelmesi, ya onu dinleyenler tarafından bir soru sorulması ile veya gerekli bir yerde karşısındakine ayette geçen şeyin ne olduğunu sorması, sonra da yine kendisinin bu sorunun cevabını vermesi yahut da hiç soru sormadan ayette açıklamayı gerektiren yeri açıklamasıyla olurdu.

Mesela "Mısırlı bir adam Ebu'd-Derda'ya: 'Onlara dünya hayatında da müjde vardır.' (Yunus, 10/64) ayetinin anlamını sordu. Ebu'd-Derda: 'Ben, bunu Hz. Peygamber'e sordum, “... Ayette sözü edilen bu 'müjde', Müslümanın görebileceği veya Müslüman hakkında görebileceğin salih / güzel bir rüyadır." dedi. (Tirmizi, kitabu't-Tefsir, Yunus, 10/64)

İnsanların hepsi aynı akıl ve anlayış seviyesine sahip değildir. Hz. Peygamber’in (asm) muhatabı olan insanlar arasında da normal olarak Kur'an'ı anlama bakımından farklılıklar vardı. Sahabe dediğimiz bu insanlar Arap oldukları halde, Kur'an’da sadece Arapçayı bilmekle anlaşılamayacak noktalar bulunduğundan, bazen Hz. Peygamber (asm) Efendimize sormaya ihtiyaç duyuyorlardı.

Sorular, ne şekilde ibadet edeceklerini öğrenmek için bir kısım ayetlerle ilgili olduğu gibi, bazen Kur'an'daki veciz, yani kısa ve özlü ifadeler nedeniyle yahut bir ayetin anlamında iki veya daha çok ihtimal söz konusu olduğunda, ihtimallerden birinin tercih edilmesi nedeniyle oluyordu. Bazen merakın tahrik etmesi neticesinde, gayb veya ahiretle ilgili bir meseleyi öğrenmek arzusu ile oluyordu.

Bu gibi ayetleri Hz. Peygamber (asm), bazen genel bir ifadeyi sınırlamak suretiyle, bazen kapalı bir ifadeyi açmak suretiyle, bazen kayıtsız-şartsız bir ifadeyi kayda ve şarta bağlamak suretiyle, bazen ilk bakışta çelişkili gibi görünen bir ifadeyi açıklığa kavuşturmak suretiyle, zaman zaman uygulayıp göstererek, bazen de bizzat sözle tefsir etmiştir.

Hz. Peygamberin (asm) Kur'an-ı Kerîm’i tefsir edişi, bu şekiller dışında, bazen kelimenin Arap dilindeki anlamını vurgulamak, bazen şahısların durumunu ve o zamanki edebî sanatları açıklamak, bazen bir benzetme yaparak, bazen nitelikler sıralayarak, rumuzlarla ve işaretlerle, bazen uyanmaya davet etmekle ve muhatabın psikolojik durumundan yararlanarak açıklamak suretiyle olmuştur.

Hz. Peygamber (asm), evrenin ilk yaratılışı, insanın yaratılışı, kader, Müslümanların geleceği, kıyamet alametleri, cennet ve cehennem durumları gibi bazı gaybî konulardaki anlamı kısmen kapalı ayetleri de açıklamıştır.

Hz. Peygamberin (asm) bu tefsir şekilleri için örnekler verebilmek için başvuracağımız ilk kaynaklar, muteber hadis kitapları olacaktır. Çünkü Hz. Peygamber’in (asm) tefsirine hadis kitaplarının çeşitli bölümlerinde ve eski tefsirlerde dağınık olarak rastlanabilir.

1. Ayeti ayetle tefsiri

Bilindiği gibi tefsir yollarının en güzeli ve en doğrusu, Kur'an'ın yine Kur'an ile açıklanmasıdır. Kur'an'ın açıklanmasında bu yola başvurmanın ilk örneklerini de Hz. Peygamberin (asm) tefsirinde buluyoruz.

Mesela "İman edenler ve imanlarını zulümle bulaştırmayanlar var ya, işte ancak onlar emin olma hakkına sahiptirler. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir." (Enam, 82) ayeti inince Resulullah'ın ashabı endişeye kapılmışlar ve, "İçimizde, nefsine zulmetmeyen kim var ki?" demişler. Bunun üzerine Resulullah (asm) "Zannettiğiniz gibi değil, buradaki “zulüm” Lokman'ın oğluna "Evlâdım sakın Allah'a ortak koşma! Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür.”  (Lokman, 13) derken kastettiği “şirk”tir.” buyurmuştur.

Böylece Peygamberimiz (asm), başka bir ayete dayanarak, genel bir anlamı olan “zulüm” kelimesini, en özel anlamlarından biri ile sınırlandırmış ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.

2. Mücmeli açıklaması

Mücmel, "kendisinden tam ne kastedildiği net anlaşılmayacak derecede kapalı olan ayet" demektir.

Bunların bir kısmı, yine Kur'an içinde Yüce Allah tarafından, bir kısmı da Hz. Peygamber (asm) tarafından açıklanmıştır. Allah Resulü (asm)'nün açıkladığı mücmel ayetlerin başında hüküm ayetleri, gayb, yaratılış, kader, kıyamet ve benzeri konular içeren ayetler gelmektedir.

Beş vakit namazın ne zamanlarda kılınacağı, rekat sayıları, rükuların, secdelerin ve diğer ibadetlerin nasıl yapılacağı, zekatın miktarı, zamanı ve türleri, haccın nasıl yapılacağı gibi konuları içeren ayetler, Kur'an’da mücmel olarak gelen ve sünnetin açıkladığı hükümlerdendir.

İşte bundan dolayı Resûlullah (asm): “Hac menasikinizi, yani haccı nasıl yapacağınızı benden alınız/öğreniniz.” (Müslim, Hac,1); ve “Beni nasıl namaz kılıyor görmüşseniz, öyle namaz kılınız.” buyurmuştur (Buhari, Ezan, 18)

Sahabeden Adiyy b. Hatim, “(Oruç gecelerinde) fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılıp belli oluncaya kadar yiyip içebilirsiniz..” (Bakara, 187) ayeti gelince, beyaz ve siyah iki ip alıp, yastığımın altına koyuyor ve onları karanlıkta birbirinden ayırabilinceye kadar yiyip içiyordum, sabah olunca bunu Resûlullah’a anlattım. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm), (onun anlayışı biraz kıt birisi olduğunu ima ederek), “Senin yastığın çok enli… Bu ayetten maksat gündüzün beyazlığı ile, gecenin karanlığıdır.” buyurmuşlardır. ” (Buhârî, Tefsir, 5)

3. Müphem bir ifadeyi açıklaması

Müphem kavramı, "insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluğun, bir kabilenin Yahut bir kelime veya sıfatın, Kur'an'da açık değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi" anlamına gelmektedir.

Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve kapalılığı ifade etmektedir. Böyle olunca müphem olan kelime veya cümlelerin açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zorunluluk söz konusudur.

Fakat bu müphemliğin ortadan kaldırılması akılla değil, ancak nakil, yani rivayet ile mümkündür. Bu sebepledir ki İslâm alimleri müphem ifadelerin açıklığa kavuşturulması noktasında Hz. Peygamber'den gelen rivayetleri ve sahabe açıklamalarını bağlayıcı görmüşlerdir.

4. Umumi ifadeleri tahsis etmesi

Hz. Peygamber Efendimiz (asm), Kur'an'da anlamı kapalı olan ve genişlik ifade eden bazı ayetleri, tahsis ederek, yani anlamını sınırlayarak açıklayabiliyordu. Mesela “Namazları ve özellikle es-salâtu'l-vustâyı devamlı olarak yerine getirin" (Bakara, 2/238) ayetindeki "es-salâtu'l-vustâ"dan, yani “orta namaz”dan maksadın ne olduğu açık değildir. Ayette bir kapalılık söz konusudur. Orta namaz geniş anlam ifade etmektedir. Bu orta namazın, beş vakit namazdan hangisi olduğunu belirlemek gerekiyor.

İşte Resulullah Efendimizin "Orta namaz ikindi namazıdır.” (Tirmîzî, Tefsir, 3) hadisi, bu kapalılığı ortadan kaldırıp ayeti anlaşılır hale getirmektedir.

5. Müşkili açıklaması

“Müşkil” kavram olarak, Kur'an'ın bazı ayetleri arasında ilk bakışta sanki bir ihtilaf ve çelişki varmış gibi görünmesi durumu diye tanımlanabilir. Elbette Kur'an'da birbiriyle çelişen ayetlerin bulunması imkansızdır.

Fakat insan bazen ya acele karar verdiği için yahut da bilgi eksikliğinden öyle sanabilir. Mesela, “İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür” (Meryem, 19/71) buyrularak, istisnasız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok ayette ise, “Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır.” denilmektedir. Tabiatıyla bu da ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir.

İşte Hz. Peygamber (asm): "Ayette geçen 'vurûd' lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkar, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selamet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryat edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zalimleri ise o, cehenneme atacaktır.” hadisiyle bu müşkili halletmiştir.

6. Mutlak ifadeleri kayıtlaması

Mutlak, "herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirlenmemesi" demektir.

Dolayısıyla kayıtsız şartsız mutlak bir ifadenin takyîd edilerek, yani kayıt ve şarta bağlanarak belirgin hale getirilmesi kaçınılmazdır.

İşte Kur'ân’daki bazı mutlak ifadeler, Allah Resûlü'nün sünnetiyle kayıtlanmıştır. Mesela "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin, Allah izzet ve hikmet sahibidir." (Maide, 5/138) şeklinde mutlak bir hüküm ortaya koyan Kur'an ayetini, Hz. Peygamber (asm): "Elin bilekten kesileceğini" söylemek suretiyle kayıtlamış olmaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber, “Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun..." (Müzzemmil, 73/20) âyetini, "Fatihasız namaz olmaz." hadisi ile takyid ederek, namazda farz olan kıraatin Fatiha Suresi olduğunu göstermiştir.

7. Kelimenin sözlük anlamını açıklaması

Peygamber Efendimizin (asm) bazen Kur'an’ın bir kelimesinin sözlük anlamının ne olduğunu açıklamasına, çoğunlukla bir soruya muhatap olması neden olur. Bu durumda en kısa yoldan mananın anlaşılmasını hedef alır, dolayısıyla bazen kelimenin sadece eşanlamlısını söyler, bazen onu niteleyici tariflerde bulunur yahut ondan maksadın ne olduğunu söylerdi.

Mesela, Bakara Suresinin 143. "Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için vasat bir ümmet yaptık. Peygamber de size şahittir..." ayetindeki çeşitli manalara gelebilen "vasat" kelimesini burada "adl" manasında olduğunu söylemiştir

Kur'an’ın Kur'an ile Kur'an'ın sünnet ile tefsiri konusunda daha geniş bilgi ve daha çok örneği, bu konuda yazılmış müstakil eserlerden takip etmek mümkündür.

Kaynaklar:

- Halis Albayrak, Kur’ân Bütünlüğü Üzerine-Kur’ân’ın Kur’ân İle Tefsiri.
- Muhammed eş-Şenkîtî, Advâu’l-Beyân fî Îdâhi’l-Kur’ân bi’l-Kur’ân.
- Hadislerle İslam I, Kitaplara İman / Aklın Vahiyle Buluşması s, 539.
- Raşit Küçük, “Kur’an-Sünnet İlişkisi,” Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, Sünnet’in Dindeki Yeri, Ensar Nşr., İst. 1997.
- Mevlüt Güngör, Kur'an-ı Kerim’in Hz. Peygamberin Sünnetine Verdiği Değer.
- Mehmet Sosyaldı, Kur'an Tefsirinde Hz. Peygamberin Yeri, F.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, Elazığ 1998.
- İslam Ansiklopedisi, KUR´AN, md.
- İslam Ansiklopedisi, SÜNNET, md.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun