Dünya oyun mu gerçek mi?

Tarih: 05.08.2023 - 16:01 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bu konuda tüm soru cevaplarınızı okudum. Yanıt olmadı. Lütfen ayrı cevap veriniz.
- Bilgisayar oyunları teknolojileri gittikçe gelişiyor. Gelecekte gerçekten ayırt edilemez oyunlar yapabilirler. Tıp teknolojileri de gelişip bu oyunlara insanları beyinlerinden sinirlerinden bağlayıp duyuları elektriksel sinyallerle taklit edebilirse, insanlar oyunda mı gerçekte mi olduğunu anlamaz.
- Peki şu anda öyle sanal bir dünyada olmadığımız ne malum diye aklıma geliyor.
- Madem mümkün şimdi niye olmayalım. Ama öyleyse din, peygamber, her şey de oyunu yapanların ürünü olur. Sahte olur. Bu dünyanın oyun, rüya olabileceği şüphesi ile yine bu dünya içindeki dine nasıl güvenilir inanılır diye düşünüyorum.
- Önce bu dünyanın gerçek olduğunu kesin bilmemiz lazım. Bu dünyanın gerçek olduğunu nasıl ispatlarız? Ki içindeki dinin de gerçekliğine güvenip inanabilelim?
- İspatlayamıyorsak da böyleyken dine şüphesiz inanmanın bir yolu var mıdır? Böyleyken şüphesiz iman etmenin yolunu bulamıyorum. 

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Önce gerçek nedir, hayal nedir, oyun nedir; bunun üzerinde durmakta fayda vardır.

1) Maddi gerçeklik her şeyden önce gözle görülen, elle temas edilen / duyu organlarıyla hissedilen nesnelerdir.

Örneğin; şu anda çalıştığımız bilgisayar bu özelliklere sahip bir nesne olarak gerçekliği olan bir varlıktır. 

2) Bazı nesneler maddi duyu organları yanında, manevi donanımlarla da varlığının gerçekliği desteklenen aklî delalet yollarına da sahiptir.

Mesela, Güneş bir açıdan gözle görünmez bir nesne iken, görülen ışığının delaletiyle varlığında şüphe edilmez.

Keza, gece ve gündüzün meydana gelmesi Güneş'in varlığına bağlı olduğu ilmi bir gerçektir. Buna göre, içinde bulunduğumuz, temas ettiğimiz ve görmekte olduğumuz gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı bu işin arka planında ışığın kaynağı olan Güneş'in varlığına şüphesiz delalet etmektedir.

3) Eskiden beri, tarih boyunca kâinatın gerçekliği konusunda felsefi, fikri tartışmalar olmuştur. Bu konuda fikir beyan edenleri genel olarak iki grupta değerlendirmek mümkündür:

a) Kâinatın bir hakikate sahip gerçekliği olan bir varlık olmadığını savunanlar.

Bu grup, daha sonra felsefi bir düşünce savunucusu olan sofistler (sofestaiyye) adını almışlardır. Eşyanın objektif hiçbir hakikat değeri taşımadığını, her şeyin kişiye göre değişen farklı hakikatlere sahip olduğunu savunan bu kimselerin fikirleri hem felsefeciler(1) hem İslam kelamcıları tarafından eleştirilmiştir.(2)

b) Eşyanın hakikatinin sabit olduğu ilkesini savunanlar.

Bu düşünce ekollerine göre, bütün varlıklar varlığında Allah’a muhtaç olmakla beraber, kendi zati varlıklarının değişmez bir hakikat ve bir mahiyeti vardır.  

Aristotelesçi felsefecilerden sonra İslam alimleri de bu ilkeyi benimsemiş, her zaman savunmuş ve sofistleri de akıl dışı fikirleri sebebiyle şiddetle eleştirmişlerdir. Özellikle İslam Kelamcıları sofistlerin görüşlerini detaylı bir şekilde incelemiş ve genel olarak onları Lâedriyye, İnâdiyye, İndiyye adı altında üç grup halinde ele almışlardır. 

İslam kelamcılarının tespitlerine göre, bunlardan tümüyle bilginin varlığını inkar edenler Lâedriyyedir. Bunlar günümüzün agnostikleri gibi düşünülebilir. Çünkü onlar da nesneler hakkında bilginin var olamayacağını savunup şüphenin bile bilinemeyeceğini ve şüphe ettiklerinden dahi şüphe edilebileceğini ileri sürmüştür.

Bunlardan bütün eşyanın varlığını tamamen reddedenler İnâdiyye adıyla anılmıştır. 

Bilgi denilen şeyin sadece vehim ve hayalden ibaret olduğunu savunmuş olanlar ise İndiyye olarak isimlendirilmiştir.(3)

c) Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de oldukça faydalı birer ışık gibidir:

“Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını -sâbıkan isbat ettiğimiz tarzda- imtina' derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar."

Bir kısmı Sofestaî olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kainatın vücudunu inkar etmeyi; hatta kendilerinin vücudlarını dahi inkar etmesini; dalalet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden hem kendilerini, hem kainatı inkar edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.

İkinci güruh bakmışlar ki; dalalette, esbab ve tabiat mucid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilatı var ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye icadı inkar ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar ve idamı da muhal görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız harekat-ı zerrat ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar. İşte sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör; ve dalalet, insanı ne kadar maskara ve süflî ve echel yaptığını bil; ibret al!"(4)

“İşte sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve eimme-i Ehl-i Beyt, حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ (Eşyanın hakikatları sabittir) derler ki, Cenab-ı Hakk'ın bütün esmasıyla hakikî bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud'un vücuduna nisbeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.”(5)

d) Sofistler aynı zamanda şüpheci bir grup olarak da bilinmektedir. Her şeyden şüphe ettikleri gibi, kendi şüphelerinden de şüphe ederler. Fakat şüphecilik metodu da iki kısımda mütalaa edilebilir:

Birincisi: Şüphenin deryasına dalıp şüphe dalgaları arasında boğulmaya mahkum olan sofistler gibi şüpheciler.

Bunların şuurlu insanlık camiasında yeri yoktur. Zira insanı insan yapan, diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği başına şuur takılmış bir ruha sahip olmasıdır. Dolayısıyla akıl ve şuurun olmadığı yerde sorumlu insandan da bahsedilemez. Nitekim, İslam dininde aklı özürlüler ve çocuklar sorumluluk imtihanından muaf tutulmuşlardır. 

İkincisi: Şüphenin kesin ilme ulaştıran bir unsur olmadığını göstermek üzere, şüpheyi analitik bir düşünce anaforunda analiz eden onuncu asrın meşhur İslam kelamcılarından İmam Gazali ve on yedinci asrın ünlü filozoflarından Decartes’ın şüpheciliği.

- Descartes’ın şüpheciliği metodik şüphe üzerine kuruludur. Descartes’a göre şüphe, doğru bilgiye ulaşmak için bir araç olarak kullanılmalıdır. Bu bağlamda şüphe, araç değil amaç olmalıdır. Ona göre metodik şüphe bir amaç olarak şu şekilde uygulanmalıdır:

Her şeyden şüphe edilmelidir; ta ki kendisinde şüphe edilmeyecek bir gerçekliğe ulaşana dek… Örneğin Tanrı’dan, çevreden, kendinden ve başka insanlardan, her şeyden şüphe edilmelidir. Bu şüphe, şüphe edilemeyecek son sınıra kadar götürmelidir. Sonuçta, kendinden şüphe edilmeyecek şeye ulaşılacaktır. Şüphe etmek, düşünmek demektir. Düşünmek ise var olmaktır. O halde, Descartes, şu sonuca ulaşmıştır: “Düşünüyorum, o halde varım.”

- Gazali’ye göre söz edilmeye değer şüphe iki çeşittir:

Birisi: halk arasında iştihar etmemiş / bilinmeyen şüphe, diğeri ise iştihar etmiş / herkes tarafından bilinen şüphe.

Bu konuda Gazali’nin şöyle bir değerlendirmesi söz konusudur:

İmam Ahmed b. Hanbel, ünlü tasavvuf alimlerinden el-Haris el-Muhasibi’nin Mutezileyi reddeden bir eser yazmasını eleştirmiştir. el-Muhasibi, “Mutezile ehl-i bidadır, onların düşüncelerini çürütmek farzdır” diyerek kendini savunmuştur. İbn Hanbel ise, “Kitapta mutezilenin fikirleri de yazıldığından, bazı kimselerin reddiye olarak yazılan fikirlerden ziyade onların fikirleriyle meşgul onları daha iyi, daha makul görebileceği..” şeklindeki bir gerekçe ile eleştirisinin haklı olduğunu söylemiştir. 

İşte bu konuyu tahlil eden Gazali şu noktalara dikkat çekmiştir:

Ahmed b. Hanbel’in gerekçesi haklıdır, fakat halk arasında fazla yayılmamış, fazla bilinmemiş şüpheler konusunda haklıdır. Halk arasında yayılmış bir şüphe konusu ise böyle değildir. Halk arasında bilinen bir şüpheyi detaylı bir şekilde izah edip çürütmek şarttır. Yeter ki lüzumsuz şeyler aktarılmasın.(6)

e) Bediüzzaman Hazretleri de:

 “...Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat'î verilmiş… Yalnız Yirminci Söz'ün Birinci Makamı'nda üç-dört ayette şüpheleri söylenmiş” (7);

“Zaten Risale-i Nur'un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” (8);

“Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Ta zayıf kalplilerde bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nur'un mümtaz bir hasiyeti de şudur ki: Hiç şüpheleri, itirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki, o şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi, münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor.” (9);

“Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Şu kuzusuna süt, bu yavrusuna kay verir. Bâtıl şeyleri tasvir, safî zihinleri idlâldir ve cerhtir. Ba'dehu cerh ve red ile tedavi ya olur, ya olmaz.” (10)

demek suretiyle Gazali Hazretlerinin söz konusu metodunu benimsemiş olduğunu göstermiştir.

Dipnotlar:

1) Aristoteles, Metafizik, çev. Hilmi Ziya Ülken, İstanbul, 1935, s. 224.
2) bk. Saduddîn Teftazânî, Şerhu’l-Akâid, -haz. Süleyman Uludağ-  s. 5-6.
3) bk. Teftazânî, a.g.y.
4) Lem'alar, s. 193.
5) Mektubat, s. 85.
6) bk. el-Munkızu mine’d-dalal, 159-160.
7) Sözler, s. 365.
8) İşaratü'l-İ'caz, s. 6.
9) Nur Çeşmesi, s. 121.
10) Sünuhat-Tuluat-İşarat, s. 118.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun