MÜ'MİN, MÜSLİM, MÜSLÜMAN
İslâm dinini kabul eden, Allah'a teslim olmuş kişi.
"Es.le.me" fiilinin ism-i faili olup "İslâm" ile aynı kökten gelir. İslâm lügatta itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, kendini Allah'a vermek, ihlaslı davranmak, samimiyetle ve içten gelerek yönelmek, müslüman olmak, İslâm'a girmek; Yüce Allah'a itaat etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini benimsemek, şer'î hükümlere bağlılık göstermek, İslâmiyeti bir din olarak kabul etmektir (Bkz. el-Bakara: 2/112, 131-133; Âlu İmrân: 3/20, 83; en-Nisa: 4/125; el-Mâide, 5/44; el-En'âm: 6/14; en-Nahl: 16/81-83; el-Hacc: 22/34; en-Neml: 27/44; Lokman: 31/22, es-Sâffât: 37/103; ez-Zümer: 39/54; el-Fetih: 48/16; el-Cinn: 72/14).
"İslâm" ile "müslim" veya "müsliman" kelimeleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu sebeple, "İslâm" kelimesinin Iüğat ve ıstılah manasında zikredilen özellikleri taşıyan kimseye de müslim veya müsliman denilmiştir. Müsliman, Farsça "müslim''in çoğuludur. Halk dilinde bu kelime müslüman şeklinde kullanılmaktadır ve bu şekilde şöhret bulmuştur.
Kur-'ân-ı Kerim'de iman ile İslâm, bazan aynı manada kullanılmış, bazan da farklı kavramlar olarak ele alınmıştır. İman ile İslâm, aynı manâda kullanılırsa; bu durumda İslâm deyince, İslam'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manâsı anlaşılır.
İslâm çok geniş bir kavramdır ve kısaca "İhlâs, inkıyad ve teslimiyet" demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur: Ya kalben olur ki; bu kat'î inanç demektir. Veya dil ile olur ki; bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en üstünü kalb ile olanıdır. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyet ve bağlılığına iman denilir. Matüridîler bu anlayıştan hareketle, imanla İslâm'ı bir telakki etmişlerdir (bk. Matüridî, Kitabü't-Tevhîd, s. 398).
İslâm inançları açısından da iman ile İslâm bir kabul edilmiştir. Zira İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manâsında boyun eğmektir. Bu da tasdikin hakikatıdır. Aynı şekilde İslâm'ın bir zâhirî, bir de bâtınî yönü vardır. Bâtınî yönden inkıyad ve boyun eğmek tasdikın kendisidir. Zâhirî yönden boyun eğmekse ikrar etmektir. Şu halde bir kimse hakkında "mü'mindir, fakat müslüman değildir"; yahut "müslümandır, fakat mü'min değildir" şeklinde bir hüküm doğru olmaz. Çünkü insanlar Hz. Peygamber zamanında üç fırka üzerinde toplanmaktaydı: "Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur" (İmam A'zam, Fıkh-ı Ekber Aliyyü'l-Kari Şerhi, trc. Yunus V. Yavuz, s. 361-362).
Hz. Peygamber'in tebliğ etmiş olduğu dine İslâm, o dinin mensuplarına "müslüman" adının bizzat Yüce Allah tarafından verilmiş olması da mü'min ile müslüman arasında bir ayırım yapılmadığını göstermektedir (Alû İmrân, 3/85; el-Mâide, 5/3, el-Hacc, 22/78; ez-Zâriyat: 51/35). İman ile İslâm'ın aynı mefhumlar olduğu Kur'ân'ın da ifade ettiği bir husustur (Yunus, 10/84; en-Neml: 27/81; ez-Zâriyât: 51/35 vd). Şu halde "iman kalben tasdik etmek olup bâtınî bağlılıktan ibarettir. İslâm ise, bu bâtınî bağlılığı dil ile ikrar ederek açıklamak ve İslâm'a âit hükümleri kabul etmektir. Bu sebeple namaz kılmak ve zekât vermeyi İslâm'ın manâsı içine sokmakta bir sakınca yoktur... (İmam A'zam, a.g.e., s. 363). Bu gerçek şu âyette açık bir şekilde dile getirilmiştir: "... Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamber'in size şahid olması, sizin de insanlara Şahid olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'ın emirlerine sarılın. O sizin sâhibinizdir. Ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır!" (el-Hacc, 22/78).
Buna göre, "iman-İslâm" veya "mü'min-müslim" kelimeleri arasında netice itibariyle bir fark yoktur. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'in bir yerinde "İslâm", "dış görünüş itibariyle müslüman olmak" anlamında gelmektedir. Şöyle ki: "Habibim! Bedevîler, "inandık" dediler. De ki: "İnanmadınız ama İslâm olduk deyin (çünkü iman gönülden olur... İslâm ise itaat ederek barışa girmek, savaşı "bırakmaktır. Savaşı bırakmakla İslâm olup güvene girdiniz). Fakat henüz iman gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez..." (el-Hucurât, 49/14).
Müslim sözcüğü tekil olarak yalnız iki âyet-i kerimede geçer. "Îbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, doğruya yönelmiş bir müslim(müslüman)dı. Müşriklerden de değildi" (Âlû İmrân, 3/67). Başka bir âyette, Yûsuf(a.s.)'ın Mısır'da büyük mülk ve nimetlere kavuştuktan sonra şöyle dua ettiği bildirilir: "Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve âhirette dostum Sen'sin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat" (Yusuf, 12/101).
Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.) Kâ'be-i Muazzama'nın temelini yükseltirken şöyle dua etmişlerdi: "Rabbimiz! İkimizi de Sana teslim olan (müslimeyn) kıl. Soyumuzdan da, Sana teslim olan bir ümmet meydana getir" (el-Bakara, 2/128).
Müslim kelimesi pek çok âyette çoğul olarak geçer. Bu arada Kur'ân-ı Kerim'de erkek müslümanlardan çokça söz edildiği halde, kadınlardan söz edilmemesi bazı sahabe hanımlarının dikkatini çekmiş ve Allah'ın Rasûlüne bu konuda başvuranlar olmuştur. bunun üzerine şu âyet inmiştir: "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden kadınlara, sadık erkeklerle sadık kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah'ı çok zikreden erkeklerle, Allah'ı çok zikreden kadınlara, şüphesiz ki Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/35).
Râgıb el-Isfahanî'ye göre İslâm iki kısma ayrılır: Birincisi, iman'ın daha aşağısındadır ki bu, dil ile itiraftır. Yukarıda geçen âyette bu kasdedilir. İkincisi ise, imanın üzerindedir ki, bu da dil ile itirafın yanında kalb ile itikad, fiil ile yerine getirme ve Allah'ın tüm kaza ve kaderinde O'na teslimiyet göstermektir. Nitekim İbrahim (a.s.)'a "Rabbi: "Teslim ol" buyurduğunda, "Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum" demişti..." (el-Bakara, 2/131). Yine "Allah katında din İslâm'dır..." (Âl-u İmrân, 3/19): "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır" (Âl-u İmrân, 3/85) âyetleri İslâm'ın ikinci türünü belirtir (Râgıb el-İsfahanî, el-Müfredat, s. 351-352).
Sa'd b.Ebi Vakkas'ın, babası Sa'd'tan naklen haber verdiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s.), (Sa'd da aralarında oturmakta iken bir kaç kişiye dünyalık vermiş) Sa'd hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Rasûlüllah (s.a.s.) onlardan birine bir şey vermedi. Halbuki en çok beğendiğim o idi. Bunun üzerine ben:
- Ya Rasûlüllah! Filanı niçin kenara bıraktın? Vallahi ben onu iyi bir mü'nıin görüyorum, dedim. Rasûlüllah (s.a.s.): "Yahud müslim" dedi. Biraz sustum. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çalarak;
-Ya Rasulallah! Filanı niçin kenara bıraktın? Vallahi ben onu iyi bir mü'min görüyorum, dedim. Rasulüllah (sas): "Yahud müslim" buyurdu. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çaldı. Ve; ya Rasûlüllah! Filanı niçin bıraktın? Vallahi ben onu iyi mü'min görüyorum, dedim. Rasûlüllah (s.a.s.) tekrar:
"Yahud müslim" buyurdu ve ilave ederek: "Ey Sa'd! Ben -başkası benim için daha makbul olduğu halde- bazan sırf bir adam yüz üstü Cehenneme atılır endişesiyle ona bir şeyler veriyorum" buyurdular (Buhârî, İman: 19; Müslim, İman, 236, 237). Hadisin zahiri: "... De ki: Siz iman etmediniz, bâri müslüman olduk deyin" (el-Hucurât, 49/14) ayetine uymaktadır. Hadiste Rasulullah (s.a.s.), imanın İslâm'a nazaran daha özel olduğuna işaret etmiştir. Ayrıca, o şahsın münafık olmadığını, müslüman olduğunu da belirtmiştir. Ona vermeyişinin sebebi ise, onun müslüman olduğunu bilmiş olmasıdır. Rasûlüllah'ın esas gayesi, daha çok müellefe-i kulûb durumunda olan kimselere bir şeyler vermek suretiyle onların kalblerini İslâm'a kazanmaktı. Aynı zamanda "yahud müslim" sözü ile bir gerçeğe de işaret etmek istiyordu. O da imanın bir kalb işi olduğu ve kalbde olana kolay kolay vakıf olunamayacağı, onun için de "müslim" demenin daha uygun olacağı gerçeği idi. Aynı şekilde, bir kimseyi överken onun bâtınî (iç) durumunu söylemekten sakınmak gerekir. Çünkü insanın iç dünyasını yalnız Allah Teâlâ bileceğinden, insanın zâhirî durumuna bakarak "müslim" demenin daha uygun olduğu dile getirilmek istenmiştir (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, IV, 219; Tecrîd-i Sarih tercemesi, I, 40).
Genel olarak Hz. Peygamber de "iman" ile "İslam" veya "mü'min" ile "müslim" arasında ayırım yapmamıştır. Hattâ aynı şeyi ifade etmek üzere söylenen hadislerde bazan "müslim", bazan da "mü'min" kelimeleri kullanılmıştır (bkz. Buhârî, İman: 20, 36; Nesâî, İman: 3, 4; Ebu Davud, Edeb, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 89, 90, 162).
Müslümanın tanımı, karakteristik özellikleri ve birbirlerine karşı nasıl olmaları gerektiği özetle şöyle belirtilmiştir:
"Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" (Buhârî, İman: 4; Müslim, İman: 64, 65, 66; Ebu Davud, Cihad: 2; Tirmizi, Kiyame: 52; Nesâî, İman, 8, 8);
"Kim bizim kıldığımız namazı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz kurbanın etinden yerse, işte o müslümandır" (Nesaî, İman: 9);
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve başkalarının zulmetmesine de razı olmaz..." (Buhârî, Mezâlim, 3); "Bir müslümana küfretmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür"(Buhârî, İman: 36; Müslim, İman: 116).
"İslâm'a gir, kurtulursun" (Buhârî, Bed'ul Vahy, 6, Cihâd, 102, Tefsîru Sûre 3, 4; Müslim, Cihâd: 74; İbn Mâce, Mukaddime, 10); "Müslümanın müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır" (Müslim, Birr: 32; Ahmed b. Hanbel, III, 491); "Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmını almak, davetine icabet etmek, cenazesinde hazır bulunmak, hastalandığı zaman ziyaret etmek ve aksırdığı zaman Allah'a hamdederse "yerhamüke'llahü (Allah sana rahmet etsin)" demek" (Buhârî, Cenâiz: 2; Müslim, Selâm, 4-6; Tirmizî, Edeb: 1; İbn Mâce, Cenâiz: 1; Ahmed b. Hanbel, II, 332, 372, 412, 540).
İman kalb işi olduğu halde, İslâm daha çok imanın amel olarak dışarıya yansımasını ifade eder. Nitekim Cibril hadisinde, iman tarif edilirken; "Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allahû Teâlâ'dan olduğuna inanmandır" buyurulurken; İslâm'ın tarifinde, topluma ilân edilen ve amel olarak yapılması gereken prensipler, yani İslâm'ın beş şartı sayılır: "İslâm, Allah'tan başka hiç bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hac farizasını yerine getirmendir" (Buhârî, İmân, 34, 37, Şehâdat: 26, Tefsîru Sûre: 31/2; Müslim, İmân: 5, 7, 8; Ebû Dâvud, Sünne: 16; Tirmizî, İmân: 4).
"Müslüman, sevdiğini Allah için seven, Allah'ı ve Rasûlü'nü her Şeyden çok seven ve Allah kendisine imanı nasip ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, cehenneme yüz üstü atılmaktan daha tehlikeli gören kimsedir" (Nesâî, İmân: 3, 4);
"Müslüman, diğer müslümanların canına, malına ve namusuna saygı duyan kimsedir" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., II, 491);
"Bir müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz" (Buhârî, Edeb: 57; Müslim, Birr: 23, 25; Ebu Davud, Edeb: 47; Tirmizi, Birr: 21, 24; İbn Mace, Mukaddime: 7; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 176).
Hangi müslümanlık daha hayırlıdır diyen birine Rasûlüllah (s.a.s.); "Tanıdığın ve tanımadığın herkese yemek ikram eder ve selam verirsin " cevabını vermiştir (Buhârî, İman: 6, 20; Müslim, İman: 63; Nesaî, İman: 12). Şu halde cömertlik ve Allah'ın selâmının yayılması da İslâm'ın prensiplerinden ve müslümanların örnek vasıflarındandır.
Kalbinde imanı olan her insan aynı zamanda müslümandır. Fakat her müslüman mü'min olmayabilir. İslam'da asıl olan iman ve amelin birlikte bulunmasıdır. İbadetler, insanlar arası münasebetleri düzenleyen hükümler ve bunlara uymayanlar için öngörülen dünyevî ve uhrevî müeyyideler bir bütün olarak alınır, birbirini tâmamlayacak şekilde kişi ve toplum hayatında uygulamaya konulursa "İslâm'a gir, kurtulmuş olursun" hadisinin haber verdiği gerçek ortaya çıkar.
İbadet ve muamelelerden soyutlanmış, kalbteki bir imanın korunması güçtür. Aylarca veya yıllarca namaz, oruç, zekât ibadetini tanımamış, günlük işlerinde İslâmî bir endişesi olmayan bir kimsenin kalbi kararabilir ve İlâhî duygulara karşı duyarlılığını kaybedebilir. Özellikle kendilerini amelden müstağnî görerek başkalarını irşad etmeye çalışmanın çirkinliği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söyleyip duruyorsunuz?" (es-Saff, 61/2). "İnsanlara iyiliği emrediyor da, kendi nefsinizi unutuyor musunuz? Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44).
Sonuç olarak müslüman; özü, sözü ve işleriyle en doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir (Ayrıntı için bk. "İslâm" mad.).
Ahmed GÜÇ
İmansız İslâmiyet, İslamiyetsiz îman ne demektir?
Meselenin izahına geçmeden önce "İslâm, iman", "Müslim, mü'min" kelimelerinin lügat ve dinî mânâlarına bir göz atalım.
İslâm, teslim olmak, iz'an ve itaatle boyun eğmek, imtisal etmek mânâlarına geldiği gibi, görünen ve görünmeyen her türlü ayıp ve şaibeden salim, temiz ve hâlis olmak mânâsına da kullanılır.
İslâmın dinî mânâsı ise şöyle ifade edilmektedir:
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) haber verdiği ahkâm ve emirleri, dinin icaplarını kabul edip, ona bütün varlığıyla teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmektir. Bu durumda İslâmın getirdiklerini kabul eden kimseye Müslim-Müslüman denir.
îman ise, lügat mânâsı itibariyle; bir şeye hiç tereddüt etmeden kesin olarak inanmak, bir hükmü tasdik etmektir. Verilen haberin kendisinde ve haberi verenin doğruluğunda şüpheye düşmemektir.
Dinî manâsıyla da îman, Allah'ın varlık ve birliğine, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamber olarak insanlara duyurduğu şeylerin hak ve doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, tasdik etmek ve kabul etmektir.
Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre îman, "Cenab-ı Hakkın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra koymuş olduğu bir nurdur."
Bediüzzaman'a göre ise îman, "Şems-i Ezelîden (Cenab-ı Haktan) ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saâdet-i ebediyeden de bir parıltıdır." 1
Hz. Cebrail'in suali üzerine ise Peygamberimiz (a.s.m.) îmanı, "Âmentü"de ifade edilen altı îman şartını beyan ederek cevaplar. Bu açıklamaya göre ise îman esaslarına ve inanılması icap eden şeylere iman eden kimseye mü'min denmektedir.
İslâm dininin kabul ettiği inançlı bir Müslüman, İslâm ve îman tariflerinde yer alan bütün esas ve prensipleri kabul edip inanan, îman ve İslâmı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak bilip ona göre hayatını sürdüren insandır. Çünkü, bu iki mefhum ruh ve beden gibi birbirinden ayrılmayan, ayrıldığı takdirde bir mânâ ifade etmeyen şeylerdir.
Ancak, bununla birlikte insanlar inanç ve dinî yaşayış bakımından farklılık arz etmekte, İslâm’ın istediği ve arzu ettiği bir îman tarzı, tasdik ve kabul tarzı herkeste görülmemektedir. Meselâ Allah'a, peygambere ve âhiret gününe iman ettikleri halde, muamelat dediğimiz İslâm’ın ticaret, hukuk, ceza gibi sosyal hayata bakan cihetlerini
kabul etmeyen kimseler çıkıyor. Buna karşılık îmanı olmadığı halde, dinin sosyal hayatı düzenleyen prensiplerine taraftar olduğunu açıkça söyleyen kimselere rastlıyoruz.
Bu çeşit kimselerin inanç durumu nasıldır? Kur'ân'ın bütün esaslarını benimsemeyen kimseye Müslüman denebilir mi? Aynı şekilde, Müslüman olmadığı halde İslâm muamelatla ilgili olarak getirdiği esasları müdafaa eden insanları ne şekilde değerlendireceğiz?
Bir mefhum olarak İslâmı ve îmanı Bediüzzaman şöyle tarif eder: "İslâmiyet iltizamdır, îman iz'andır. Tâbir-i diğerle İslâmiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyattır, îman ise hakkı kabul ve tasdiktir." 2
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, samimi olarak hakka taraftar olup, boyun eğerek kabul ve tasdik eden bir kimse mü'min ve Müslümandır. Fakat sadece taraftar olan veya sadece tasdik eden kimse tek taraflı inanca sahip olduğundan bunların durumu bir öncekilere göre farklıdır. Her iki vasfı bir arada bulundurmadıklarından itikatları değişiktir.
Sadece mü'min ve sadece Müslim olarak kabul edilen kimselerin durumunu aydınlatmak için önce âyet ve hadisten birer misal vermek yerinde olacaktır.
Benî Esed kabilesinden bir cemaat, bir kıtlık yılında Peygamberimize geldiler. Gerçekten îman etmedikleri halde ganimetten hisse alabilmek için Kelime-i Şehâdet getirip kendilerinin de mü'min olduklarını söylediler. Peygamberimiz tereddüt içinde iken şu mealdeki âyet-i kerime nazil oldu:
"Bedevilerden bazıları 'îman ettik' derler. Onlara de ki: Hayır, îman etmediniz. Siz 'Müslüman olduk' deyin; çünkü îman henüz kalbinize girmiş değildir. "3
Bir defasında Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kalblerini İslama ısındırmak maksadıyla birkaç kişiye ganimetten hisseler dağıtıyordu. Yalnız içlerinden birisini bıraktı, ona bir şey vermedi. Bu durumu fark eden Sa'd bin Ebî Vakkas, meselenin hikmet cihetini Peygamberimizden öğrenmek istedi ve sordu:
"Yâ Resûlallah, falan adamı niçin bıraktınız. Vallahi, ben onu çok iyi bir mü'min biliyorum" dedi.
Peygamberimiz, "Yahut Müslim" buyurdu.
Hz. Sa'd biraz sonra tekrar sordu: "Yâ Resûlallah, falanı niçin bıraktınız? Vallahi ben onu iyi bir mü'min biliyordum."
Peygamberimiz yine "Yahut Müslim" dedi.
Hz. Sa'd'in üçüncü defa sorusuna Peygamberimiz yine aynı cevabı verdi.4
Hadisin şerhinde Peygamberimizin şu şekilde bir ders vermek istediği bildirilmektedir: "Falan mü'mindir, diye kestirip atmayın. Çünkü, kalben inanıp inanmadığını bilmezsin. Mü'min diyeceğinize Müslim deyin; zira Müslim teslim olan mânâsına gelir."
Bediüzzaman Said Nursî ise bu meseleyi izah ederken şöyle demektedir: "Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamiyle İslâmiyete mazhardı. 'Dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayr-ı müslim bir mü'min tabirine mazhar oluyorlar."5
Bir başka eserinde bu mesele ile ilgili bir misal vererek konuyu iyice akla yaklaştırmaktadır. Bu hususu özetleyerek verelim:
Gayr-ı mü'min Müslim ile gayr-ı müslüm mü'minin mânâsı şudur: Hürriyetin başlangıcında, İkinci Meşrutiyet yıllarında İttihatçıların içine girmiş olan dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet’in ve şeriatın içtimai hayata ve bilhassa Osmanlının siyasetine çok faydalı ve kıymetli, yüksek düsturları içinde bulundurduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriata taraftar idiler. O noktada Müslüman, yâni hakkı iltizam ettikleri ve taraftar oldukları halde mü'min değildiler. Demek gayr-ı mü'min bir Müslüm vasfını hak ediyorlardı. Şimdi ise Frenk usûlünün ve medeniyet nâmı altında bid'atçı ve dine zarar veren cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere îmanı da taşıyor ve kendini mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan "şeriat-ı Ahmediyenin" kanunlarını iltizam etmiyor ve hakiki taraftarlık göstermiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor.6
Bu misalde de açıkça görüleceği üzere, zamanımızda bu çeşit insanlar yok değildir. Böyle kimseler îmanları olduğu halde insanlar için bir refah ve saadet kaynağı olan dinin bazı hükümlerini kabul etmeyip, başka sapık ideoloji ve cereyanların ortaya attığı mukabil hükümleri kabul edip onun tatbikini isteyen, kendisini mü'min saydığı halde İslâmın esaslarına taraftar olmayan kimseler Gayr-ı müslim bir mü'min sınıfına girerler. Böyle kimseler her ne kadar Allah'a ve diğer îman esaslarına olan inançlarını muhafaza ediyorlarsa da, İslâmın fert ve cemiyet hayatına getirdiği ve on dört asırdır tatbik edilegelen, Kur'ân lisanıyla da ifade edilen bazı İlâhî hükümlerin, günümüzde geçerliliğini korumadığı iddiasında bulundukları için, "Müslüman" sıfatını taşımamakla beraber, "mü'min" sıfatını muhafaza etmiş oluyorlardır. Fakat îmansız İslâmiyet kurtuluşa yetmediği gibi, İslamiyetsiz îman da kurtuluş vesilesi olmaz. Böylece ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle her zaman yüzyüzedirler.
Yine îman esaslarına tam olarak inandığı halde İslâmı bir bütün olarak kabul etmeyen diğer dinlere mensup kimselere de gayr-ı müslim bir mü'min denebilir, îmanı mevcut olsa da, "ehl-i necat" sayılmazlar.
1. İyaratü'l-îcâz, s. 44.
2. Mektubat, s. 31.
3. Hucurât Sûresi, 14.
4. Müslim, îman: 237.
5. Mehtûbat, 31.
6. Barla Lahikası, s. 191.
Mehmed PAKSU
BENZER SORULAR
- Bir Hristiyan ya da Yahudi, Peygamberimize inanıp da kendi dininde kalmak, kendi dininin vecibelerini yerine getirmek isterse durumu ne olur?
- Hz. İbrahim'den sonraki tüm peygamberler Müslüman mıydı?
- Kâfirler için ahiret gününde, tartı, terazi, mizan var mıdır yok mudur?
- Cennette kadınların durumu hakkında bilgi verir misiniz?
- Hz. Peygamber Efendimizin kırk hadisini anlatabilir misiniz?
- Kur'an'da hitaplar genellikle niçin erkekleredir?
- Kadınlar cennette kiminle evlenecek? Dindar kadınların hurilerden daha güzel olması konusunda bilgi verir misiniz? Erkeklere huri verildiği takdirde kadınlarda kıskançlığa sebep olmayacak mı?
- Bakara suresi 62. ayette ifade edilen Yahudi, Hristiyan ve Sabiilerin (Ehl-i kitabın) kurtuluşu nasıl anlaşılmalıdır?
- "İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin,..." ayetni açıklar mısınız?
- "Komşusu, zararından emin olmayan kimse cennete giremez." hadisini açıklar mısınız?